Merhabalar siz değerli okuyucularım bugun sizler ile daha önce yapmış olduğum Kay TV de yayınlanan ASMA BAHÇELER'İ programımın youtube deki linkleri aşağıya listeli olarak vereceğim oradan girip izleyebilirsiniz .
ASMA BAHÇELERİ
ASMA BAHÇELERİ
ASMA BAHÇELERİ
ASMA BAHÇELERİ
ASMA BAHÇELERİ
ASMA BAHÇELERİ
Bu ve bunun gibi daha bir çok programımı ilerleyen günlerde hepinize paylaşacağım.
Saygı ve sevgiyle kalınız , İyi Günler diliyorum.
Prof. Dr. Beyhan Asma.
Prof. Dr. Beyhan ASMA
30 Aralık 2016 Cuma
TÜRK VE RUS EDEBİYATINDA VAR OLUŞCULUK
Prof. Dr. Beyhan ASMA
Var oluşçuluk, esas olarak 17. yüzyıldan beri var olmakla birlikte, gerçek ününü ve daha çok da popülaritesini Sartre ile birlikte kazanmıştır. 20.yüzyılda, Martin Heidegger gibi kendine özgü ve yetkin varoluşçu filozoflar sözkonusu olmakla birlikte, bir felsefe olarak var oluşçuluk asıl etkisini Albert Camus ve özellikle de Sartre ile birlikte göstermiştir. Sartre, var oluşçu felsefenin hem felsefi hem de siyasal alandaki taşıyıcısı, uygulayıcısı olmakla bir entelektüel ve filozof olarak ayrı bir yer edinmiştir.
Var oluşçuluğun, geriye doğr
u gidildiğinde Blaise Pascal'a kadar uzayan bir geçmişe sahip olduğu görülür; bu belli bir şekilde anlaşılan var oluşçuluk anlamında bir felsefe eğilimidir elbette, yoksa var oluşçuluğun tartışmalarının bir kısmını, nüve halinde ya da perspektif düzleminde de olsa çok daha öncelerde, örneğin Sokrates felsefesinde, kutsal metinlerde vb, de bulunmaktadır. Ama bir felsefe eğilimi olarak Var oluşçuluğu Pascal ile birlikte ele alıp değerlendirmek yaygın bir tutumdur felsefe tarihi incelemelerinde.
Daha sonralari, Soren Kierkegaard tam olarak belli bir şekil verir varolusculugun anlaşılmasında. Buna göre dünyadaki insanin varoluşu bir problematiktir ve felsefenin soruşturulması bunun üzerine yürütülmelidir. ise, modern var oluşçuluğun kurucusu olarak kabul edilir. Var oluşculuk öyleki hem edebiyat alanında hem de felsefe alanında etkili olmuş ve çeşitli şekillerde temsilcilerini bulmuştur. Friedrich Nietzsche, Martin Heidegger, Albert Camus, Dostoyevski var oluşçuluk dendiğinde akla gelen ve modern var oluşçuluğun temsilcileri olarak incelenen isimlerdir.
Sartre'ın, var oluşçuluğunda ilk olarak görülen, insanın önceden-tanımlanmamış bir varlık olarak ele alınmasıdır. İnsan kendi yaşamını, ya da tanımını kendi kararlarıyla verecektir. İnsanın içinde bulunduğu koşullar içinde yaptığı tercihleri onun kim olacağını ve ne olacağını belirler. Bu, "var oluş özden önce gelir" sözünün anlamıdır. İnsan önceden-zaten-belirlenmiş bir öze sahip değildir, daha çok o özünü kendi eyleyişleriyle gerçekleştirecek, yani var oluşunu şekillendirerek özünü ortaya koyacaktır. Kahraman ya da gereksiz biri olmak, insanın kendi yaptıklarıyla ilgili bir sonuçtur. Bu anlamda var oluşçu felsefede insanın etik bir varlık olarak şekillendirildiği, ama bununda siyasalı yadsımayan bir etik olduğu görülür. İnsan belirli bir bütünlüğün içine doğmuştur, burada belirli bağımlılıkları vardır ve bu bağımlılıklar içinde bazı kararlar vermek zorundadır yaşamı boyunca. İşte bu kararlar insanın var oluşunun gerçekleştirilmesidir. Bu anlamda Sartre var oluşçuluğu genelde sanıldığının aksine ve var oluşçu edebi metinlerde görülen karamsarlığa rağmen iyimser bir felsefe olarak değerlendirir. Özgürlük ve bağımlılık arasında tuhaf bir ilişki kurulur bu felsefede, öyle ki, insan kendi özgürlüğüne de mahkûm edilmiştir, denilir. Kendi kararlarıyla ve tercihleriyle özgürlüğünü gerçekleştirmek zorundadır.
Öte yandan var
oluşçuluk belirtildiği gibi iyimser bir felsefedir ve özünde hümanisttir.
Hümanizm Sartre'ın felsefesinde önemli bir yöndür. 20.yüzyılın ikinci yarısı
özellikle Hümanizmin kuramsala ve felsefi olarak reddedilmesi ve eleştirilmesi
olarak ortaya çıkmış olmasına ve bunların çoğunluğunun Fransa kaynaklı
olmalarına rağmen, Sartre ısrarla, özgül bir şekilde anladığı anlamda Hümanizmi
vurgular kendi felsefi konumunu ifade etmek için. Var oluşçuluk Hümanizmdir'der
Sartre ve bu şekilde bir metni vardır. Geniş uzanımlı olsun dar uzanımlı olsun,
biz bir felsefeyi ancak öncüleriyle ve yan yana yaşadığı felsefelerle
kavrayabiliriz. Ayrıca ona anlamını kazandıran toplumsal koşullan da göz ününde
bulundurmamız gerekir. Bir felsefe soyut ve yalıtık bir yapı olarak ele
alındığı zaman bir hikmetler toplamı olarak görünür, oysa bağlantıları içinde
ele alındığı zaman bir çağın duygularını ve düşüncelerini içeren etkin bir yapı
olarak görünür. Bir felsefeyi doğal konumu içinde, yani felsefe denilen o büyük
düşünce denizinin bir parçası olarak değerlendiremediğimiz zaman
açıklamalarımız havada kalır, tutarlı bir yoruma ulaşamayız. Bizde var oluşçuluk pek etkili olmadı. Ancak var
oluşçulukla ilgilenildi, var oluşçu felsefenin değilse de var oluşçu sanatın
başlıca yapıtları dilimize çevrildi. Var oluşçuluğun bizde pek önemli olmamış
olmasının başlıca nedeni, Batı Avrupa toplumuyla toplumumuz arasındaki yapı
ayrılığı olmalıdır. Var oluşçuluk felsefede derinlikli, çok zaman çetrefil,
zaman zaman ayrıntıda yiten bir öznelciliğe, gelişmiş bir var oluş araştırmasına,
sanatta insanın dünyayla ilişkilerinden doğan açmazlarına, bunalımlarına,
özgürleşme tutkularına karşılık olmaya çalışmakla, gelişmiş bir burjuva
kültürünün varlığını gerektiriyordu. Var oluşçuluğun sorunları bir yandan bizim
kültür düzeyimizi çok aşan, bir yandan da bizim toplumsal durumumuzla uyuşmayan
sorunlardır. Azgelişmiş ve yoğun bir kültür etkinliği ortaya koyamamış bir
toplumda insanın sorunları daha başka yollardan çözümlenmeliydi.
Gene de, var
oluşçuluk toplumumuzda belli bir ölçüde etkin olmuştur. Olacaktır. Çünkü her
toplum gibi bizim toplumumuzda da öznelci tutumun, öznelci bakış açısının bir
karşılığı vardır; özellikle çağdaş ruhbilimdeki gelişmeler - var oluşçuluk
elbette bu gelişmelerden büyük ölçüde yararlanmıştır - ister istemez bizde de
ilgi uyandırmaktadır. Artık her yerde insan öznel - nesnel, bireysel -
toplumsal bütünlüğü içinde ele alınmaktadır. Var oluşçuluk, insanın var oluşsal
sorunlarını öznellik düzeyinde tartışan çok yönlü, çok çeşitli bir dünya
görüşüdür. Bu dünya görüşü, felsefe düzeyinde, bir şeyler araştırması anlamı
taşır, insanın şeyler dünyasındaki yerini, sorunlarını saptamaya, bu sorunlara
çözüm getirmeye çalışır, sanat alanında da insanın var oluşsal sorunlarına
(bunaltı, seçim, ilişki, umutsuzluk, başarısızlık, ölüm, hiçlik, başkası,
yalnızlık, aşkınlık v.b.) açıklık getirmeye yönelir. Var oluşçu felsefe, bu tutumuyla,
bir yaşam felsefesi özelliği gösterir, dünya ve insan karşısındaki tutumuyla
klasik felsefenin tutumuna karşıt bir yönde yol alır: Klasik felsefe bir özler
araştırmasını amaçlıyordu, var oluşçu felsefe doğrudan doğruya var oluşsa,
insanın öznel bütünlüğüne yönelir ve özleri bu var oluştan giderek belirler. "Var oluş öz- den önce gelir"
ilkesi her var oluşçu filozofun başlıca ilkesi olmuştur. Var oluşçu felsefenin
bir öznellik araştırması olarak belirlenmesi. Onun bireyi kendi içine kapalı
bir yapı olarak belirlemesi sonucunu doğurmaz. Ben'in var oluşu, dünyanın ve
başka ben'lerin varlığını silmez. Ama her şey, ben'in kişisel var oluşu üzerine
temellendirilecektir.
Bugün yürürlükte
olan, etkinliğini sürdüren iki büyük felsefe var: Var oluşçuluk felsefesi ve
Marx'çılık. Bunlar birbirleriyle pek uyuşmaz görünseler de, bir bakıma
birbirleriyle doğrulanıyorlar, en azından birbirlerinden yararlanıyorlar. Çünkü
gerçek insan başarıları, yakınlıklarıyla ya da karşıtlıklarıyla birbirlerini
etkiler. Öte yandan, ortaklaşan insan, öznelliği olmayan insan değildir. Ancak,
ortaklaşmanın seçim işi olmaktan çıktığı, bir zorunluluk durumuna geldiği bir
dünyada Mark’çılık, öznelcilik çemberini aşmayan, aşmak istemeyen, aşamaz olan var
oluşçuluk karşısında da- ha tutarlı, daha doğru görünüyor. Çünkü
bireyselliğimizin yetkinliğini, ancak ve ancak, ortaklaşmamızın sağlamlığı,
yaygınlığı, adaletliliği sağlayacaktır. Tersine, kurulmakta olan bir
felsefedir, süre giden oluşumların, yeni dönüşümlerin, yepyeni yapıların
gereklerine göre, kendini yeniden doğrulamak durumunda olan, yani temellerini
yeniden gözden geçirmek ve bu temelleri daha akılsallaştırmak zorunda olan bir
felsefedir.
Var oluşçuluk da
gelişimini tamamlamış, kurulmuş, bitmiş bir felsefe değildir. Çünkü çağdaş
toplumun bunalımlı insanı yaşıyor. "Kurtulmuş insan" bir tasarıdır
ancak. Dünyayı sömürmüş, şişmiş, doymuş, ama doygunluğu ölçüsünde bunalımlara
düşmüş, sonunda kendi kendini yemeye başlamış, doygunluğunu bir bakıma kendi
zararına kullanmış bir büyük toplumun açmazlarım karşılayacak bir süre. Ayrıca
ve daha önemlisi, o kendini kendi içinde arayan, bu arayışa yerden göğe kadar
hakkı olan insanın gereklerini karşılamaya çalışıyor ne zamandır. Biz bu
bunaltıyı yaşamamış olabiliriz, bu bunaltıyı bir lüks olarak yaşamak istemiş,
ya da tümüyle yadsımış ola biliriz. Ama bunalan insanlar var, bunların
bunaltısı gerçektir. Avrupa insanının bunaltısı üzerine kurulmuş olan bir dünya
görüşü, dünyanın başka yerlerindeki insanlara, özellikle şu ya da bu nedenle
bunalan insanlara ne diye bir şeyler söylemesin.
Bazı felsefeler
bitmez, insan yaşamına ve felsefe tarihine etkin olarak katılır, onlar gerçek
dönüşümlerin bildirileridirler. Aristoteles. Descartes ' her zaman vardır, Marx
her zaman var olacaktır. Artık hiç bir temel sorunu onlara götürmeden
çözümleyemezsiniz. Geçmişi onlar kurmuşlardır, bugünü onlar oluştururlar,
yarını onlar doğrulayacaklardır. Bu anlamda var oluşçuluk da, genellikle
sanıldığının tersine, geldi geçti bir tutum, bir moda olmaktan öte bir anlam
taşıyor. O, belki de, insanın giderek artan ve karmaşıklaşan öznelliğini (öyle
ya, geri zekâlılık diye bir durum olduğunu bile daha yeni öğrendik) bütün
boyutlarıyla keşfedişini, Amerika'yı keşfedercesine keşfedişini karşılıyor.
Bugün var oluşçuluğun kaynaklarını felsefe tarihinin derinliklerinde aramamız
gerekiyor mu, bilmem. Ama o, bugün, birçok yönünü, birçok güçlülüğünü, birçok
açmazını bunaltısından giderek keşfetmiş, dünyadaki konukluğunun tam anlamında
bilincine varmış, başkalarıyla ilişki kurmakta eksik kalışının acısını çekmiş
insanın kendine dönüş çabasını, dışa açılabilmek için kendini bir kere kendi
içinde doğrulama çabasını karşılamaktadır. O, ruhsallığının etkinliğini bir bu
dünyalı olarak tüm olanaklarıyla görmüş ve yaşamış insanın kendini arayışını
karşılamaktadır.
Batı dünyasının kendine özgü atmosferi
ve sorunlarının bir sonucu olarak ortaya çıkan var oluşçuluk Türkiye’de
1940’larda tanınmaya başlar. Bu bakımdan ülkemizde Var oluşçulukla ilgili ilk
tartışma ve yazılar da 1940’larõn ilk yarısına denk düşer. Hilmi Ziya
Ülken’in var oluşçu felsefenin Türkiye’de tanınmasına yönelik olarak "İstanbul”
dergisinde yazdığı yazılar ve yayımladığı çeviriler, dönemi içinde sadece
adı yeni yeni duyulmaya başlayan akımın tanınmasına yardımcı olur. Var oluşçu
felsefenin Türk edebiyatında konuşulup tartışıldığı en önemli süreli yayınlardan
birisi “a” dergisidir. Dergide; Edip Cansever, Cemal Süreyya, Turgut Uyar, İlhan
Berk gibi var oluşçu felsefenin çeşitli etkilerini gösteren isimler çeşitli edebî
eserleriyle yer alırlar. Dergi ilk sayılarında 1950’li yılların önemli tartışma
konularından olan “Toplumcu-Gerçekçi” edebiyata karşı bireyi öne çıkaran bir
edebiyat anlayışını önerir. Bireyi anlatan yazarın da gerçekçi olduğu görüşünden
hareket eden bu düşünceyi başta Demir Özlü ve Erdal Öz olmak üzere diğer dergi yazarları
da savunur. 1950’li yılların önemli bir başka dergisi olan Yeditepe ve
yazarları da var oluşçuluğa ve buna bağlı konulara genişçe yer verirler. Yücel,
Pazar Postası, Yeni Ufuklar, Yelken, Yordam gibi dergilerde Sartre,
Kierkegaard, Camus, Jaspers gibi var oluşçuların üzerine yazılar yayımlanır.
Süreli yayınlarda yıllarca süren tartışmalarla birlikte bu akımla ilgili ciddi
kitaplar da bu yıllarda Türkçeye çevrilir. Bu çeviri faaliyetinin 1950’den
sonra birden artması ve özellikle de 1960–70 arasında akımın hemen hemen bütün
temel kitaplarının çevrilmiş olması oldukça dikkat çekicidir. Sonuç olarak
1950’lerden başlayarak Türk edebiyatında etkili olan var oluşçuluğun, pek çok
yeni tema ve kavramın (var oluş, bireyleşme, ölüm, intihar, yabancılaşma,
başkaldırı, toplumdan kopukluk vb.) edebî metinlere girmesine kapı araladığı
söylenebilir. Bundan daha önemlisi de söz konusu temaları işleyen yazarların
yeni durum ve olguları “yeni anlatım biçimleri”yle sunma çabası içinde
olmasıdır. Dolayısıyla değişen yalnız konular değil, ele alınan birey ile bu
bireyi dile getiren anlatım dili ve bakış açısıdır. O yıllarda edebî metinlerin
içeriğinde ve anlatım özelliklerinde yaşanan bütün bu de isimler Türk
edebiyatının tarihî akışı içinde önemli bir dönüm noktası olmuştur.
Var oluş felsefesinin genel
özelliklerinden biri toplumsal, siyasal ve bilimsel gelişmeler ve bu
gelişmelerin getirdiği bazı olumsuz durumlar sayesinde (sosyal değişimler, savaşlar
despotizm vs.) insan var oluşunun tehlikeye girdiği ve insanın özsel var
oluşunu bu tehlikeden kurtarmak gerektiği düşüncesidir. Yani artık eski
metafizikte olduğu gibi “varlık ve onun en genel ilkesi nedir” sorusu yerini
“insan ve onun özsel var oluşunun anlamı nedir” sorusuna bırakmıştır. Bu soruyu
insana sorduran ve onu derin kaybolma uykusundan uyandıran bazı temel kavramlar
vardır. Bu temel kavram ve belirlenim mesela Heidegger için “korku”
kavramıyken; Jaspers için bizi temelden sarsan ve aynı zamanda bizde felsefe
yapma arzusu da uyaran bu kavram sınır durumları kavramıdır. Modern psikolojinin temelinde harcı
bulunan, insan üzerine yazılabilecek her şeyi yazdığı iddia edilen, okudukça bu
iddianın doğruluğuna inanılan bir yazardır Dostoyevski... Kitaplarında asıl
etki nihilizme aittir. Fakat yazarın 1864'de yazdığı Yeraltından Notlar, var
oluşçuluğun edebiyattaki ilk yansıması olarak kabul edilebilir. ''Var
oluşçuluk'' denilince ilk akla gelen Sartre gibi
Dostoyevski'de de yaşamdan tiksinme, bulantı vardır. Eserlerinin dünyası
karanlıktır ve kısır döngü içindeki insanlar vardır. Onun için var olmak özden
önce gelen bir hakikattir. Dostoyevski'nin çağdaşı sosyalist aydınları
hicvettiği bu kısa romanın aldığı tepkiler estetik değil, politik nedenlere dayalıdır.
Turgenyev'le Dostoyevski arasındaki gerilim hem romana hem de tartışmalara
yansımıştır. Oysa, "Yer Altından Notlar", çaresiz insanın hayat
karşısında tutunamamasının, ruhsal olarak yaralanmasının, var oluşunu dünyaya
haykırmak isterken giderek kabuğuna çekilmesinin hikâyesidir. Yazar'ın daha
sonra işleyeceği birçok felsefi ve ahlaki problem, bu romanla başlamış
olmasıdır. .
Yazar düşünce sanat deneyimini çalışmalarıyla sürekli arttırmıştır. Tanrı'dan - bir ıstırap Tanrı'sından - , tanrıtanımazlıktan, kötülükten, özgürlükten söz eden roman kişileri, gerçekte aynı bilincin değişik anları gibidir. Bu kişiler aracılığıyla Dostoyevski cinlerini ruhundan uzaklaştırır. Bakış açısı değişmekle birlikte, yapıtları mutlakın aynı coşkulu ve acı veren arayışı içindedir. Bence eğer, bugün insan anlayışımızda, kendi kokumuz, pisliğimiz, yenilgilerimiz ve acılarımızı sahiplenip sevebilmek ve aşağılanmanın zevklerinde bir mantık
olduğunu kabul etmek varsa bu görüşün başlangıcı olabilecek nitelikte bir eserdir “Yeraltından Notlar”. Bir yandan Rusya'da işlerin Batılılaşma ile yürütülebileceğini bilmesi, öte yandan da Batılılaşmacı, materyalist Rus aydınlarına duyduğu öfke, ya da Dostoyevski'nin bilgisi ile öfkesi arasındaki gerginlik “Yeraltından Notlar” 'ın tuhaflığı, değişikliği ve özgünlüğünü ortaya çıkarıyor gibi...
Eserlerinde gerçek ve kurgu arasındaki sınırı alaşağı eden yazar, kimilerinin fantastik olarak tanımladığı sunum biçimlerinin, onun için gerçeğin özünü ifade ettiğini savunuyor. Neo-klasikçi olarak kabul edilen yazar, bilime yönelik düşünceleriyle de romantizm akımından etkilenmiştir ("Ayrıca tıbba saygı duyacak kadar boş inançlarım var") Var oluşçuluğun ilk izlerini taşıdığı düşünülen romanlarında gerilim, cinayet, korku, kendi deyişiyle 'dehşet' vardı. Bu, 'anarşist' bir yapısı olan yazarın neden hiçbir ideolojiyi savunmadığını da bence açıklıyor. Ona göre her türlü fanatizm, en derinlerde yalnızlık ve sevgisizlikten beslenirdi. Tasvirlerden ve abartılı betimlemelerden, kurgusu alelen ve matematiksel olarak ortada anlatım biçimlerinden nefret ederdi. O, insan ruhunu, şeytan ve Tanrı'nın savaştığı bir alan olarak görüyordu. Zıt duyguların aynı insanda bulunabileceğine inanırdı. İnsanın, umudunu yitirip amaçsız kaldığında çektiği can sıkıntısı bile, yazara göre, insanı bir hayvana çevirebilirdi. Dostoyevski'nin portresi itibariyle insanda beliren ürkütücü gizem duygusu, yazarın ruh hali ve her çağ için geçerliliğini koruyan klasik romanlarındaki buluş ve dokunuşlarıyla bütünlük kazanıyordu. Onun, bütün hayatı ve eserleri boyunca da Tanrı inancı ve bunun sorgulanmasının üzerine gittiği görülmüştür. Dostoyevski'nin giderek rasyonelleşen, metalaşan, ahlaki kaygılardan uzaklaşan bir toplumda yaşamaktan dolayı -daha o yıllarda- attığı çığlığın sesini duymak ve buna eşlik etmek, bu çığlığı niye attığımızı bilmek hepimizin faydasına olmuştur ve olacaktır
Yazar düşünce sanat deneyimini çalışmalarıyla sürekli arttırmıştır. Tanrı'dan - bir ıstırap Tanrı'sından - , tanrıtanımazlıktan, kötülükten, özgürlükten söz eden roman kişileri, gerçekte aynı bilincin değişik anları gibidir. Bu kişiler aracılığıyla Dostoyevski cinlerini ruhundan uzaklaştırır. Bakış açısı değişmekle birlikte, yapıtları mutlakın aynı coşkulu ve acı veren arayışı içindedir. Bence eğer, bugün insan anlayışımızda, kendi kokumuz, pisliğimiz, yenilgilerimiz ve acılarımızı sahiplenip sevebilmek ve aşağılanmanın zevklerinde bir mantık
olduğunu kabul etmek varsa bu görüşün başlangıcı olabilecek nitelikte bir eserdir “Yeraltından Notlar”. Bir yandan Rusya'da işlerin Batılılaşma ile yürütülebileceğini bilmesi, öte yandan da Batılılaşmacı, materyalist Rus aydınlarına duyduğu öfke, ya da Dostoyevski'nin bilgisi ile öfkesi arasındaki gerginlik “Yeraltından Notlar” 'ın tuhaflığı, değişikliği ve özgünlüğünü ortaya çıkarıyor gibi...
Eserlerinde gerçek ve kurgu arasındaki sınırı alaşağı eden yazar, kimilerinin fantastik olarak tanımladığı sunum biçimlerinin, onun için gerçeğin özünü ifade ettiğini savunuyor. Neo-klasikçi olarak kabul edilen yazar, bilime yönelik düşünceleriyle de romantizm akımından etkilenmiştir ("Ayrıca tıbba saygı duyacak kadar boş inançlarım var") Var oluşçuluğun ilk izlerini taşıdığı düşünülen romanlarında gerilim, cinayet, korku, kendi deyişiyle 'dehşet' vardı. Bu, 'anarşist' bir yapısı olan yazarın neden hiçbir ideolojiyi savunmadığını da bence açıklıyor. Ona göre her türlü fanatizm, en derinlerde yalnızlık ve sevgisizlikten beslenirdi. Tasvirlerden ve abartılı betimlemelerden, kurgusu alelen ve matematiksel olarak ortada anlatım biçimlerinden nefret ederdi. O, insan ruhunu, şeytan ve Tanrı'nın savaştığı bir alan olarak görüyordu. Zıt duyguların aynı insanda bulunabileceğine inanırdı. İnsanın, umudunu yitirip amaçsız kaldığında çektiği can sıkıntısı bile, yazara göre, insanı bir hayvana çevirebilirdi. Dostoyevski'nin portresi itibariyle insanda beliren ürkütücü gizem duygusu, yazarın ruh hali ve her çağ için geçerliliğini koruyan klasik romanlarındaki buluş ve dokunuşlarıyla bütünlük kazanıyordu. Onun, bütün hayatı ve eserleri boyunca da Tanrı inancı ve bunun sorgulanmasının üzerine gittiği görülmüştür. Dostoyevski'nin giderek rasyonelleşen, metalaşan, ahlaki kaygılardan uzaklaşan bir toplumda yaşamaktan dolayı -daha o yıllarda- attığı çığlığın sesini duymak ve buna eşlik etmek, bu çığlığı niye attığımızı bilmek hepimizin faydasına olmuştur ve olacaktır
KAYNAKÇA
BARRETT,
William (2003), Rasyonel İnsan/Var oluşçuluk Üzerine Bir
İnceleme
(Çev.: Salih Özer), Ankara: Hece Yayınları.
EDGÜ,
Ferit (1976), “Bazı yazarlarımızda izleri görülse de, Türk edebiyatında var oluşçuluktan
söz etmek güçtür”, Milliyet Sanat,
(Var oluşçuluk Sayısı) sayı: 202,
22
Ekim 1976, s. 10- 29.
GRİGORİEFF, Dimitiy Felix (1959), “Pasternak
And Dostoyevsky”, SEEJ, 17, pp. 335–342.
İLH
AN,
Attilâ (1954), “Sahte Bir Peygamber/J. P. Sartre”, Mavi,
sayı: 23, s.25- 27.
HALUK, Erdem (2001), “K. Jaspers’in
Felsefesinde İnsanın Var oluşunu Gerçekleştirmesi Olarak İletişim”, Felsefe
Dünyası, sayı:35, s.152-159.
ÂŞIK VEYSEL’İ ANMAK
ÂŞIK VEYSEL’İ ANMAK
Âşık Veysel araştırmaları bu soruların yanıtını bulmadan Âşık Veysel gerçeğini bulmada yada gerçek bir ozan değerlendirmesi yapmada eksik bırakır, yanlış yapılır. Bu sorular Veysel’i doğru algılamamızı sağlayacaktır. Âşık Veysel 1894 yılında Sivas’ın hiç bilinmeyen, dünyadan kopuk bir köyünde doğmuştur. Bu yıllarda bütün Osmanlı ülkesinde olduğu gibi her yerde açlık ve kıtlık vardı.
Sivrialan köyü de
bunlardan daha da iyi değildi. Köyün üretimi çok düşüktü. Üretim yapacak
erkeklerin büyük bir çoğunluğu Yemen ve diğer Arap çöllerinde savaşta ölmüştü.
Kalanların bir kısmı askerdi. Veysel’in gençlik yılları yalnızlık ve kadınlarla
geçiyordu. Köye arada bir yaşlı halk ozanları, ocakzade dedeler ve Bektaşi
babaları uğruyordu. Veysel yaşamının en mutlu anlarıydı bu zamanlar.Veysel’i
mutsuz eden etmenlerin başında gözlerinin görmemesi değil, yaşıtlarının asker
olmasıydı. O’nu en çok seferberlik yılları etkilemişti.
İleriki aşamalarda yazdığını vatan ve yurt sevgisi şiirleri
bu düşünce ve duyguların dışa vurumu olacaktı. Her şeyden evvel Veysel ümmi
değildi. Veysel el ve gözleriyle değil. Gönlüyle okuyup yazıyordu. Etkileşimi
ise yörenin büyük ozanları ve arkadaş ilişkileriydi. Kimdir bunlar? Bir önceki
kuşaktan; Ağahi, Kemter, Serdari, Aşık Veli, Talibi…
Veysel 1931 Sivas Âşıklar Bayramına kadar bu özetlenen
kişiler ve çevrenin etkisindedir. Veysel’i var eden koşullar geçmişidir,
ilişkileri ve çevresidir. Sonrası bu birikimler üzerinden yürümüştür. Bu temel
olmasa, Veysel de olamazdı kuşkusuz.
Ağlayı ağlayı vardım
pınara
Kirli yağlığımı yuvermediler
Herkes destini doldurdu çıktı
Bana da bir damla su vermediler
Elimde bir kadeh vardım kurnaya
Hücum eylediler bana vurmaya
Elimdeki kadehimi kırmaya
Tutular bir kaçı koyvermediler
Al bu kadehini kaldır dediler
Gözünün yaşiyle doldur dediler
Bir fincan su verdik bıldır dediler
Sanki ya verdiler ya vermediler
Kirli yağlığımı yuvermediler
Herkes destini doldurdu çıktı
Bana da bir damla su vermediler
Elimde bir kadeh vardım kurnaya
Hücum eylediler bana vurmaya
Elimdeki kadehimi kırmaya
Tutular bir kaçı koyvermediler
Al bu kadehini kaldır dediler
Gözünün yaşiyle doldur dediler
Bir fincan su verdik bıldır dediler
Sanki ya verdiler ya vermediler
Prof. Dr. Beyhan ASMA.
ÂŞIK VEYSEL’İN DİZELERİ –“DOSTLAR BENİ HATIRLASIN”
ÂŞIK VEYSEL’İN DİZELERİ –“DOSTLAR BENİ HATIRLASIN”
İnsanın evreni ve
kendini anlama, keşfetme çabası, var olduğu günden beri süregelmiştir. İnsan
sonsuz evren içinde gerçeği anlamaya çalışırken çeşitli sorular sorar.
Bilinmezliğe doğru atılan her adım bir başkasını doğurur ve bu durum daha da
karmaşıklaşır. İnsan bunu yaparken aynı zamanda bilinmezliğin boyutunu, kendi
çaresizliğini, evrende ki hiçliğini fark ettiğinde tutunabilmek için ilahi bir
güce yönelir.Yaradanla bütünleşmek ister, tam bir teslimiyetle görünüşün
ardındaki asıl manayı anlamaya çalışır. İnsana dair her türlü konuyu ele alan
türküler de bundan kendine düşen payı alır, şüphesiz, işte onlardan bir tanesi
Aşık Veysel ve şiirleridir…türküleridir. Halk müziğimizde çok önemli yer tutan deyişler
Âşık Veysel’in inancını ve felsefesini yansıtan önemli şiirleri, türküleridir.
Şiirleri, türküleri özellikle Allah, vatan ve insan sevgisini anlatan coşkulu
satırlardır. Deyişler daha çok geçmişi ve bazı tarihsel olayları analiz eder.
Belli bir ölçü formunda söylenen deyişlerin yanı sıra serbest söylenenler de
vardır. Kendi inancında deyişler kutsal bir anlam ifade eder. Hayatındaki en
önemli eşyası ise bağlamasıdır.
Çoğu şiirlerinde geçen “ edep, erkân, yol ” ifadesi
insanların ırk, dil, din, cins ayırımını hiç bir koşulda yapmadan, düşünmeden,
inancını ve kültürünü olduğunu gibi yaşamına yansıtarak hakikate erme yoludur. ‘Sevgiyi’
ibadetten sayan, hoşgörü ve paylaşımı aynı zamanda inancının gereği olarak
kabullenmesidir. Şiir satırlarında;
genel anlamda asıl gerçekliğin, “insan” olabilmek ve her türlü kinden,
nefretten arınarak, bizi kendi özümüzden uzaklaştıran tüm bencillikleri yok
sayarak kâmil insan olmak, olduğu vurgulanır. İşte bu şekilde hakikatin sırrına
erişilebileceği, Hakk’a ulaşılabileceği salık verilir.
Dostlar Beni
Hatırlasın
Ben giderim adım kalır
Dostlar beni hatırlasın
Düğün olur bayram gelir
Dostlar beni hatırlasın
Can kafeste durmaz uçar
Dünya bir han konan göçer
Ay dolanır yıllar geçer
Dostlar beni hatırlasın
Can bedenden ayrılacak
Tütmez baca yanmaz ocak
Selâm olsun kucak kucak
Dostlar beni hatırlasın
Ne gelsemdi ne giderdim
Günden güne arttı derdim
Garip kalır yerim yurdum
Dostlar beni hatırlasın
Açar solar türlü çiçek
Kimler gülmüş kim gülecek
Murad yalan ölüm gerçek
Dostlar beni hatırlasın
Gün ikindi akşam olur
Gör ki başa neler gelir
Veysel gider adı kalır
Dostlar beni hatırlasın
Ben giderim adım kalır
Dostlar beni hatırlasın
Düğün olur bayram gelir
Dostlar beni hatırlasın
Can kafeste durmaz uçar
Dünya bir han konan göçer
Ay dolanır yıllar geçer
Dostlar beni hatırlasın
Can bedenden ayrılacak
Tütmez baca yanmaz ocak
Selâm olsun kucak kucak
Dostlar beni hatırlasın
Ne gelsemdi ne giderdim
Günden güne arttı derdim
Garip kalır yerim yurdum
Dostlar beni hatırlasın
Açar solar türlü çiçek
Kimler gülmüş kim gülecek
Murad yalan ölüm gerçek
Dostlar beni hatırlasın
Gün ikindi akşam olur
Gör ki başa neler gelir
Veysel gider adı kalır
Dostlar beni hatırlasın
Prof. Dr. Beyhan ASMA
ÂŞIK VEYSEL VE AŞK ÜZERİNE
ÂŞIK VEYSEL VE AŞK
ÜZERİNE
Üç
harften oluşan, kısacık bir sözcük dilimizde... Bu denli kısa olup da,
söylendiğinde, okunduğunda ya da duyulduğunda insanın dikkatini çeken, içinde
bir şeyleri kıpırdatan... Bu denli kısa olup da, uğrunda ölünen, öldürülen, kişiyi
yemeden içmeden kesen ya da deli olunan bir durumu anlatan kaç sözcük vardır
ki... Eğer aşk, salt bir sözcük olsaydı; yaşanan bir gerçekliğe delalet
etmeseydi, bu kadar bizi ilgilendiren ve etkili bir kavram olabilir miydi
ki...Aşk her toplumda vardır ama yaşanış renkleri farklıdır. Bunların
renklerini birbirinden ayıran ise, bireylerin içerisinde yaşadığı toplumsal,
kültürel koşullar, bireylerin yetişme tarzları ve çocukluk yaşantıları, kişilik
özellikleri, değerleri ve tercihleridir. Edebiyat ve güncel anlamda,
aşkın yüzlerce, binlerce tanımı yapılmıştır ve gelecekte de yenileri
eklenecektir bunlara. Keza yine aşkı konu alan binlerle ifade edilecek şiirler,
öyküler, romanlar yazılmış; oyunlar sahnelenmiş, türküler yakılmış, şarkılar
söylenmiştir. Ressamlar, ellerinde fırçaları ve paletlerindeki renklerle,
tuvale aksettirmeye yeltenmişlerdir onu.
Aşık Veysel’in aşk’ı bir varlık olarak ele alıp,
“aşk nedir” sorusunu yanıtlamaya, onun niteliğini ortaya koymaya ve belirlemeye
girişmiş türkülerinde. Bunlardan bazıları makaleler halinde yazılmış, bazıları
daha kapsamlı çalışmalar haline dönüştürülmüştür. İster bilimsel, ister
sanatsal, isterse felsefi anlamda ele alınsın, aşkı bir varlık, bir olgu olarak
gören ve belirlemeye yönelen her girişimin, her çalışmanın temelinde, buna
girişen bireyin, Âşık Veysel gibi, kendi öznel, deneyimleri ya da
deneyimsizlikleri; anlamlandırmaları, yanılsamaları, hayalleri; içerisinde
yaşadığı koşullardaki tercihlerini hem kendisi hem de diğerleri nezdinde
meşrulaştırma çabaları vardır. Bu çaba, kendilerinin, yani öznelliklerinin
paranteze alındığı, hatta sanki hiç yokmuş gibi algılanmasına olanak veren
genelleşen belirleme ve önermelerde bulur ifadesini... Yapılan tanımlarda daha
da belirgindir bu özellik... Bundan dolayı yapılan her genelleme öznelliği aşma
yada gizleme çabasıdır Aşık Veysel’in türkülerinde. Çünkü bilinmesini,
sorgulanmasını, alenileşmesini istemez kendi yaşantısının...
Güzelliğin on
par'etmez
Bu bendeki aşk olmasa
Eğlenecek yer bulaman
Gönlümdeki köşk olmasa
Tabirin sığmaz kaleme
Derdin dermandır yareme
İsmin yayılmaz aleme
Aşıklarda meşk olmasa
Kim okurdu kim yazardı
Bu düğümü kim çözerdi
Koyun kurt ile gezerdi
Fikir başka başk'olmasa
Güzel yüzün görülmezdi
Bu aşk bende dirilmezdi
Güle kıymet verilmezdi
Aşık ve maşuk olmasa
Senden aldım bu feryadı
Bu imiş dünyanın tadı
Anılmazdı VEYSEL adı
O sana aşık olmasa.
Bu bendeki aşk olmasa
Eğlenecek yer bulaman
Gönlümdeki köşk olmasa
Tabirin sığmaz kaleme
Derdin dermandır yareme
İsmin yayılmaz aleme
Aşıklarda meşk olmasa
Kim okurdu kim yazardı
Bu düğümü kim çözerdi
Koyun kurt ile gezerdi
Fikir başka başk'olmasa
Güzel yüzün görülmezdi
Bu aşk bende dirilmezdi
Güle kıymet verilmezdi
Aşık ve maşuk olmasa
Senden aldım bu feryadı
Bu imiş dünyanın tadı
Anılmazdı VEYSEL adı
O sana aşık olmasa.
Prof. Dr. Beyhan ASMA
ASTRONOMİK SAAT
ASTRONOMİK SAAT, PRAG-ÇEK CUMHURİYETİ
Eğer saat
başına yakın bir zamanda bu meydana gitmişseniz saat kulesini bulmak için
kalabalığın toplandığı köşeye bakmanız yeterli olacaktır. Saat kulesinde
bulunan iki pencereden her saat başı 12 havarinin yaklaşık 20 sn süren geçişini
izlemek için bekleyen bu kalabalığa katılarak turunuza devam edebilirsiniz.
Peki nedir bu saatin hikayesi derseniz;
15.yy
sonlarında Charles Üniversitesi’nde prof olan Hunuş Usta(Jan Růže) ve asistanı
Jakub Čech, Kutna Hora'daki Kemikli Kilise’deki gibi insanlara bir mesaj vermek
için yapmıştır. “Herkes bir gün geldiği yere geri dönecek yani elbet bir gün
toprakla özleşip ölecek!”
Saati yapınca dünyanın en önemli adamı haline gelir. Avrupa’nın her yerinden insanlar Prag’a sadece saati görmeye gelir. Adı Kraldan daha fazla duyulmaya başlar. Zamanla Hunuş Usta’ya başka ülkelerden teklifler gelsede o bunları reddeder. Bu Kral’ın kulağına kadar gider, Hunuş Usta’nın saati başka bir yere de yapmasını önlemek için gözlerine mil çektirir. Kör olan Hunuş Usta da saati bozarak, intikamını alır. Saati 50 yıl kadar çalıştıramazlar, daha sonra başka bir saat ustası onarır.
Hunuş Usta’nın saati, Güneş’in, Dünya’nın ve Ay’ın konumlarını gösteren astronomik bir saattir. Dış tarafındaki rakamlar İbranice’dir. Bu Babil saatini göstermektedir. Hunuş Usta, saati bir paraleli Yahudi mahallesi olan Eski Şehir Meydanı’na yapmıştır. Yahudilerin nüfusunun fazla olduğu bir bölgede onları ezmemiş, bir jest yapmış ve Babil saatini de kendi saatine eklemiştir.
Saati yapınca dünyanın en önemli adamı haline gelir. Avrupa’nın her yerinden insanlar Prag’a sadece saati görmeye gelir. Adı Kraldan daha fazla duyulmaya başlar. Zamanla Hunuş Usta’ya başka ülkelerden teklifler gelsede o bunları reddeder. Bu Kral’ın kulağına kadar gider, Hunuş Usta’nın saati başka bir yere de yapmasını önlemek için gözlerine mil çektirir. Kör olan Hunuş Usta da saati bozarak, intikamını alır. Saati 50 yıl kadar çalıştıramazlar, daha sonra başka bir saat ustası onarır.
Hunuş Usta’nın saati, Güneş’in, Dünya’nın ve Ay’ın konumlarını gösteren astronomik bir saattir. Dış tarafındaki rakamlar İbranice’dir. Bu Babil saatini göstermektedir. Hunuş Usta, saati bir paraleli Yahudi mahallesi olan Eski Şehir Meydanı’na yapmıştır. Yahudilerin nüfusunun fazla olduğu bir bölgede onları ezmemiş, bir jest yapmış ve Babil saatini de kendi saatine eklemiştir.
İlk olarak
1410 da yapılmasının ardından birçok değişim geçirmiştir 1490 da gotik
heykeller eklenmiş 1552 de Jan Taborský tarafından onarılmış bu tarihten sonra
da birçok kez bozulmuş ve tamir görmüştür(tamir görmediği sanılsa da) 1865–66
yıllarında 12 Havari heykeli eklenmiş, 7–8 Mayıs 1945 de Alman’lara direniş
sırasında büyük tahribe uğramış 1948 de restore edilerek(yan kısmı belediye
binası hala yıkık biçimdedir) tekrar çalışır hale gelmiştir.
Saat burçlar, güneşin doğuş batışı, günleri(Alttaki kısım on
iki resimle ifade ediyor 1870 de eklenmiş) vs. göstermesi nedeniyle eşsiz bir
saattir. 17. yy da eklenen heykeller (kuklalar)dönemin korkularını ifade
ediyormuş.
En solda elinde ayna olan kibiri yanındaki elinde bir torba
altın tutan Yahudi cimrilik ve açgözlülüğü sağ taraftaki ikisinden iskelet ise
ölümü sonuncusu ise bazılarına göre imansız bir Türk’ü bazılarına göre korkulan
Türk akınını veya zevk ve sefayı temsil ediyor. Alt kısımda ise yapılması
gereken güzellikleri temsilen dört heykel koyulmuş; bunlar da, bilime, adalete,
astronomiye ve eğitime önem verme konusunda bizleri uyarır.
Prof. Dr. Beyhan ASMA
ANTON ÇEHOV VE ÇOCUK
ANTON ÇEHOV VE ÇOCUK
Çehov'un hikâyelerinde çocuklar oldukça geniş yer tutar,
tıpkı bir renk cümbüşü gibi gider gelir bu farklı kişilikteki çocuklar. Çehov,
onlara karşı son derece kaygılı ve şefkatlidir. Annesinden aldığı aile eğitimi
bunun bir ispatıdır adeta. Onun
hikâyelerinde mutlu, coşkulu çocuklar çok azdır. Belki de bu mutsuz, kederli
çocuklar onun anlatıp ta ifade edemediği kendi çocukluk dönemidir. Tıpkı kendi
çocukluğu gibi hüzünlü, incinmiş çocuklar vardır. Nedense anlatmak istemediği
ama hep anlatmak zorunda kaldığı zavallı biricik çocuklardır. Çehov'un
oyunlarında ve hikâyelerinde dikkat çeken bir husus çocukların daima coşkulu,
dinamik, dürüst, uyumlu olurken, yaşlı aristokrat kökenli yetişkin
karakterlerin de uyumsuz, çekilmez tipler olması farklı bir tezat oluşturur. Bu
da Çehov'un Çarlık Rusyası'na olumsuz bakış açısının bir gösterisidir. Onun
anlatmaya ve anlamaya çalıştığı çocuksa geleceği aydınlatan bir umuttur. Çehov,
hep kısa, sade, basit ama derin yazmıştır. Şehrin, kasabanın, köyün doğa
koşullarını ve bu koşullar içindeki küçük insanın durgun, saf kaderinin
hikâyelerini. Yaramaz Çocuk, Bozkır,
Besleme ve Doktor Çehov’dan Öykülerde bir çocuğun yaralı ruhunu bulursunuz.
Çocuklara olan özel duyarlılık ve sevgi hikâyelerine ince ince sinmiştir.
Çehov’un çocuk hikâyeleri tıpkı çocuk gibi saftır. Ama bu doğallık içinde her
biri okuyucuyu başka yollara sürükleyip derinleşerek akar. Çehov, usta
gözlemleriyle yazım olarak hikâyelerden olağanüstü zengin çocuk görüntüleri
çıkarırken, yazım sanatında adeta çocuk tadındır. Rüzgârın önünde sürüklenen
eşyalar, dolunayın ekinlere düşerken yarattığı senfoni ve çocuğun kulağımıza
gelebilecek tüm sesleri bu hikâyelerin içindedir. İşte toprak, işte dere ve
işte çocuk! Çocuklardan oluşan büyük bir insan topluluğu. Doğum, ölüm, yaşam,
kadın, erkek ve çocuk üzerine derin duygulu tatlar bırakan göndermeler ve
taşlamalarla Çehov. Hikâyelerinin tüm satırlarını tıpkı bir telkari işçisi gibi
işler. Bakmamız, görmemiz gereken ve duymamız için güçlü bir davet sunar. Onun
için çocuk, hayatın bütün gerçekliğiyle beraber günlük hayatın basit bir fon
müziği olarak kalması arasındaki çelişkisidir.
“ İşte ölü adam otopsi masasında kesilip biçiliyor. Tüm
organları alınıyor ama yanı başımızda duran bir okul bahçesinde çocuklar
neşeyle bağrışarak top oynuyor. Ölen adamın karısı torbasında ölü kocasının
giysileriyle uzun dar bir yolda bitkin halde yürüyüp gidiyor. Kadının peşindeki
küçük körpe çocuk ise geri dönüp yola düşen topa şöyle bir vurup tekrar
oynamaya devam ediyor.”
(Doktor Çehov’dan
Öyküler, 1868 )
O’an satırlar arasında Çehov’un ruhu küçük çocuğun ruhunda
dolaşıyor. Ama karanlık gecenin durgun ışığı ara ara aydınlanan sahnelerde sık
sık görünüp kayboluyor. Tıpkı hiçbir seçim yapmadan eline rasgele boya alıp
sürer gibi. Boyalar arasında hiçbir münasebet yok gibi. Ama geri çekilip
baktığınızda şaşırtıcı, büyüleyici bir çocuk tablosu gözünüze parlaklığıyla çarpıyor.
“Çocuklar neşedir, hayattır. Hayatın
manasıdır. Bahtiyarlığın ölçüsüdür. Yaşayacak memleketlerin sokakları çocuk
doludur” diye eserlerinde hissettiren Çehov’un üslûbunda işlenmiş bir
zarafete eşlik eden çocuk, berrak bir saflık kokar. Konularını günlük hayatın içinden alan Çehov, bazen söylemek
istediklerini çocuklar aracılığıyla dile getirir. Onu ev ve aileyle ilgili
kaybedilen güzellik ve kıymetlerin hüznünü, çocuk kahramanın dilinden ifade
ederken daha iyi anlarız. Anton Çehov’da çocuk kavramı; ailenin bir parçası
olarak, ebeveynini kaybeden veya terk edilen çocuklar, çocuk yetiştirme,
çocukluk ve çocukluğa özlem, iyi örnek oluşturacak davranışlar, eski-yeni
karşılaştırması ekseninde ele alınır. Hikâyelerinde küçük bir çocuğun bakış açısıyla mutlu-hüzünlü çocukluk
günlerinden esintiler görülür. Hikâyelerde konuşulan dil, ülke, devir ne olursa
olsun çocuk her yerde aynı çocuk anlatılmaya çalışılan çocuk hep aynı çocuktur
aslında. Yüce önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün çocuklara armağan ettiği 23
Nisan kutlu olsun. Bütün dünya çocuklarını kucaklıyor sevgilerimi gönderiyorum.,
Prof. Dr. Beyhan ASMA
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)