30 Aralık 2016 Cuma

Asma Bahçeleri Programı Hakkında

Merhabalar siz değerli okuyucularım bugun sizler ile daha önce yapmış olduğum Kay TV de yayınlanan ASMA BAHÇELER'İ programımın youtube deki linkleri aşağıya listeli olarak vereceğim oradan girip izleyebilirsiniz .
ASMA BAHÇELERİ
ASMA BAHÇELERİ
ASMA BAHÇELERİ
ASMA BAHÇELERİ
ASMA BAHÇELERİ
ASMA BAHÇELERİ

Bu ve bunun gibi daha bir çok programımı ilerleyen günlerde hepinize paylaşacağım.
Saygı ve sevgiyle kalınız , İyi Günler diliyorum.
Prof. Dr. Beyhan Asma.

TÜRK VE RUS EDEBİYATINDA VAR OLUŞCULUK

                                   
                                                        Prof. Dr. Beyhan ASMA
                                                     
                Var oluşçuluk, esas olarak 17. yüzyıldan beri var olmakla birlikte, gerçek ününü ve daha çok da popülaritesini Sartre ile birlikte kazanmıştır. 20.yüzyılda, Martin Heidegger gibi kendine özgü ve yetkin varoluşçu filozoflar sözkonusu olmakla birlikte, bir felsefe olarak var oluşçuluk asıl etkisini Albert Camus ve özellikle de Sartre ile birlikte göstermiştir. Sartre, var oluşçu felsefenin hem felsefi hem de siyasal alandaki taşıyıcısı, uygulayıcısı olmakla bir entelektüel ve filozof olarak ayrı bir yer edinmiştir.
                  Var oluşçuluğun, geriye doğr
u gidildiğinde Blaise Pascal'a kadar uzayan bir geçmişe sahip olduğu görülür; bu belli bir şekilde anlaşılan var oluşçuluk anlamında bir felsefe eğilimidir elbette, yoksa var oluşçuluğun tartışmalarının bir kısmını, nüve halinde ya da perspektif düzleminde de olsa çok daha öncelerde, örneğin Sokrates felsefesinde, kutsal metinlerde vb, de bulunmaktadır. Ama bir felsefe eğilimi olarak Var oluşçuluğu Pascal ile birlikte ele alıp değerlendirmek yaygın bir tutumdur felsefe tarihi incelemelerinde.
                  Daha sonralari, Soren Kierkegaard tam olarak belli bir şekil verir varolusculugun anlaşılmasında. Buna göre dünyadaki insanin varoluşu bir problematiktir ve felsefenin soruşturulması bunun üzerine yürütülmelidir. ise, modern var oluşçuluğun kurucusu olarak kabul edilir. Var oluşculuk öyleki hem edebiyat alanında hem de felsefe alanında etkili olmuş ve çeşitli şekillerde temsilcilerini bulmuştur. Friedrich Nietzsche, Martin Heidegger, Albert Camus, Dostoyevski var oluşçuluk dendiğinde akla gelen ve modern var oluşçuluğun temsilcileri olarak incelenen isimlerdir.
                   Sartre'ın, var oluşçuluğunda ilk olarak görülen, insanın önceden-tanımlanmamış bir varlık olarak ele alınmasıdır. İnsan kendi yaşamını, ya da tanımını kendi kararlarıyla verecektir. İnsanın içinde bulunduğu koşullar içinde yaptığı tercihleri onun kim olacağını ve ne olacağını belirler. Bu, "var oluş özden önce gelir" sözünün anlamıdır. İnsan önceden-zaten-belirlenmiş bir öze sahip değildir, daha çok o özünü kendi eyleyişleriyle gerçekleştirecek, yani var oluşunu şekillendirerek özünü ortaya koyacaktır. Kahraman ya da gereksiz biri olmak, insanın kendi yaptıklarıyla ilgili bir sonuçtur. Bu anlamda var oluşçu felsefede insanın etik bir varlık olarak şekillendirildiği, ama bununda siyasalı yadsımayan bir etik olduğu görülür. İnsan belirli bir bütünlüğün içine doğmuştur, burada belirli bağımlılıkları vardır ve bu bağımlılıklar içinde bazı kararlar vermek zorundadır yaşamı boyunca. İşte bu kararlar insanın var oluşunun gerçekleştirilmesidir. Bu anlamda Sartre var oluşçuluğu genelde sanıldığının aksine ve var oluşçu edebi metinlerde görülen karamsarlığa rağmen iyimser bir felsefe olarak değerlendirir. Özgürlük ve bağımlılık arasında tuhaf bir ilişki kurulur bu felsefede, öyle ki, insan kendi özgürlüğüne de mahkûm edilmiştir, denilir. Kendi kararlarıyla ve tercihleriyle özgürlüğünü gerçekleştirmek zorundadır.
                       Öte yandan var oluşçuluk belirtildiği gibi iyimser bir felsefedir ve özünde hümanisttir. Hümanizm Sartre'ın felsefesinde önemli bir yöndür. 20.yüzyılın ikinci yarısı özellikle Hümanizmin kuramsala ve felsefi olarak reddedilmesi ve eleştirilmesi olarak ortaya çıkmış olmasına ve bunların çoğunluğunun Fransa kaynaklı olmalarına rağmen, Sartre ısrarla, özgül bir şekilde anladığı anlamda Hümanizmi vurgular kendi felsefi konumunu ifade etmek için. Var oluşçuluk Hümanizmdir'der Sartre ve bu şekilde bir metni vardır. Geniş uzanımlı olsun dar uzanımlı olsun, biz bir felsefeyi ancak öncüleriyle ve yan yana yaşadığı felsefelerle kavrayabiliriz. Ayrıca ona anlamını kazandıran toplumsal koşullan da göz ününde bulundurmamız gerekir. Bir felsefe soyut ve yalıtık bir yapı olarak ele alındığı zaman bir hikmetler toplamı olarak görünür, oysa bağlantıları içinde ele alındığı zaman bir çağın duygularını ve düşüncelerini içeren etkin bir yapı olarak görünür. Bir felsefeyi doğal konumu içinde, yani felsefe denilen o büyük düşünce denizinin bir parçası olarak değerlendiremediğimiz zaman açıklamalarımız havada kalır, tutarlı bir yoruma ulaşamayız. Bizde var oluşçuluk pek etkili olmadı. Ancak var oluşçulukla ilgilenildi, var oluşçu felsefenin değilse de var oluşçu sanatın başlıca yapıtları dilimize çevrildi. Var oluşçuluğun bizde pek önemli olmamış olmasının başlıca nedeni, Batı Avrupa toplumuyla toplumumuz arasındaki yapı ayrılığı olmalıdır. Var oluşçuluk felsefede derinlikli, çok zaman çetrefil, zaman zaman ayrıntıda yiten bir öznelciliğe, gelişmiş bir var oluş araştırmasına, sanatta insanın dünyayla ilişkilerinden doğan açmazlarına, bunalımlarına, özgürleşme tutkularına karşılık olmaya çalışmakla, gelişmiş bir burjuva kültürünün varlığını gerektiriyordu. Var oluşçuluğun sorunları bir yandan bizim kültür düzeyimizi çok aşan, bir yandan da bizim toplumsal durumumuzla uyuşmayan sorunlardır. Azgelişmiş ve yoğun bir kültür etkinliği ortaya koyamamış bir toplumda insanın sorunları daha başka yollardan çözümlenmeliydi.


                        Gene de, var oluşçuluk toplumumuzda belli bir ölçüde etkin olmuştur. Olacaktır. Çünkü her toplum gibi bizim toplumumuzda da öznelci tutumun, öznelci bakış açısının bir karşılığı vardır; özellikle çağdaş ruhbilimdeki gelişmeler - var oluşçuluk elbette bu gelişmelerden büyük ölçüde yararlanmıştır - ister istemez bizde de ilgi uyandırmaktadır. Artık her yerde insan öznel - nesnel, bireysel - toplumsal bütünlüğü içinde ele alınmaktadır. Var oluşçuluk, insanın var oluşsal sorunlarını öznellik düzeyinde tartışan çok yönlü, çok çeşitli bir dünya görüşüdür. Bu dünya görüşü, felsefe düzeyinde, bir şeyler araştırması anlamı taşır, insanın şeyler dünyasındaki yerini, sorunlarını saptamaya, bu sorunlara çözüm getirmeye çalışır, sanat alanında da insanın var oluşsal sorunlarına (bunaltı, seçim, ilişki, umutsuzluk, başarısızlık, ölüm, hiçlik, başkası, yalnızlık, aşkınlık v.b.) açıklık getirmeye yönelir. Var oluşçu felsefe, bu tutumuyla, bir yaşam felsefesi özelliği gösterir, dünya ve insan karşısındaki tutumuyla klasik felsefenin tutumuna karşıt bir yönde yol alır: Klasik felsefe bir özler araştırmasını amaçlıyordu, var oluşçu felsefe doğrudan doğruya var oluşsa, insanın öznel bütünlüğüne yönelir ve özleri bu var oluştan giderek belirler. "Var oluş öz- den önce gelir" ilkesi her var oluşçu filozofun başlıca ilkesi olmuştur. Var oluşçu felsefenin bir öznellik araştırması olarak belirlenmesi. Onun bireyi kendi içine kapalı bir yapı olarak belirlemesi sonucunu doğurmaz. Ben'in var oluşu, dünyanın ve başka ben'lerin varlığını silmez. Ama her şey, ben'in kişisel var oluşu üzerine temellendirilecektir.

                           Bugün yürürlükte olan, etkinliğini sürdüren iki büyük felsefe var: Var oluşçuluk felsefesi ve Marx'çılık. Bunlar birbirleriyle pek uyuşmaz görünseler de, bir bakıma birbirleriyle doğrulanıyorlar, en azından birbirlerinden yararlanıyorlar. Çünkü gerçek insan başarıları, yakınlıklarıyla ya da karşıtlıklarıyla birbirlerini etkiler. Öte yandan, ortaklaşan insan, öznelliği olmayan insan değildir. Ancak, ortaklaşmanın seçim işi olmaktan çıktığı, bir zorunluluk durumuna geldiği bir dünyada Mark’çılık, öznelcilik çemberini aşmayan, aşmak istemeyen, aşamaz olan var oluşçuluk karşısında da- ha tutarlı, daha doğru görünüyor. Çünkü bireyselliğimizin yetkinliğini, ancak ve ancak, ortaklaşmamızın sağlamlığı, yaygınlığı, adaletliliği sağlayacaktır. Tersine, kurulmakta olan bir felsefedir, süre giden oluşumların, yeni dönüşümlerin, yepyeni yapıların gereklerine göre, kendini yeniden doğrulamak durumunda olan, yani temellerini yeniden gözden geçirmek ve bu temelleri daha akılsallaştırmak zorunda olan bir felsefedir.

                          Var oluşçuluk da gelişimini tamamlamış, kurulmuş, bitmiş bir felsefe değildir. Çünkü çağdaş toplumun bunalımlı insanı yaşıyor. "Kurtulmuş insan" bir tasarıdır ancak. Dünyayı sömürmüş, şişmiş, doymuş, ama doygunluğu ölçüsünde bunalımlara düşmüş, sonunda kendi kendini yemeye başlamış, doygunluğunu bir bakıma kendi zararına kullanmış bir büyük toplumun açmazlarım karşılayacak bir süre. Ayrıca ve daha önemlisi, o kendini kendi içinde arayan, bu arayışa yerden göğe kadar hakkı olan insanın gereklerini karşılamaya çalışıyor ne zamandır. Biz bu bunaltıyı yaşamamış olabiliriz, bu bunaltıyı bir lüks olarak yaşamak istemiş, ya da tümüyle yadsımış ola biliriz. Ama bunalan insanlar var, bunların bunaltısı gerçektir. Avrupa insanının bunaltısı üzerine kurulmuş olan bir dünya görüşü, dünyanın başka yerlerindeki insanlara, özellikle şu ya da bu nedenle bunalan insanlara ne diye bir şeyler söylemesin.

                             Bazı felsefeler bitmez, insan yaşamına ve felsefe tarihine etkin olarak katılır, onlar gerçek dönüşümlerin bildirileridirler. Aristoteles. Descartes ' her zaman vardır, Marx her zaman var olacaktır. Artık hiç bir temel sorunu onlara götürmeden çözümleyemezsiniz. Geçmişi onlar kurmuşlardır, bugünü onlar oluştururlar, yarını onlar doğrulayacaklardır. Bu anlamda var oluşçuluk da, genellikle sanıldığının tersine, geldi geçti bir tutum, bir moda olmaktan öte bir anlam taşıyor. O, belki de, insanın giderek artan ve karmaşıklaşan öznelliğini (öyle ya, geri zekâlılık diye bir durum olduğunu bile daha yeni öğrendik) bütün boyutlarıyla keşfedişini, Amerika'yı keşfedercesine keşfedişini karşılıyor. Bugün var oluşçuluğun kaynaklarını felsefe tarihinin derinliklerinde aramamız gerekiyor mu, bilmem. Ama o, bugün, birçok yönünü, birçok güçlülüğünü, birçok açmazını bunaltısından giderek keşfetmiş, dünyadaki konukluğunun tam anlamında bilincine varmış, başkalarıyla ilişki kurmakta eksik kalışının acısını çekmiş insanın kendine dönüş çabasını, dışa açılabilmek için kendini bir kere kendi içinde doğrulama çabasını karşılamaktadır. O, ruhsallığının etkinliğini bir bu dünyalı olarak tüm olanaklarıyla görmüş ve yaşamış insanın kendini arayışını karşılamaktadır.

                           Batı dünyasının kendine özgü atmosferi ve sorunlarının bir sonucu olarak ortaya çıkan var oluşçuluk Türkiye’de 1940’larda tanınmaya başlar. Bu bakımdan ülkemizde Var oluşçulukla ilgili ilk tartışma ve yazılar da 1940’larõn ilk yarısına denk düşer. Hilmi Ziya Ülken’in var oluşçu felsefenin Türkiye’de tanınmasına yönelik olarak "İstanbul” dergisinde yazdığı yazılar ve yayımladığı çeviriler, dönemi içinde sadece adı yeni yeni duyulmaya başlayan akımın tanınmasına yardımcı olur. Var oluşçu felsefenin Türk edebiyatında konuşulup tartışıldığı en önemli süreli yayınlardan birisi “a” dergisidir. Dergide; Edip Cansever, Cemal Süreyya, Turgut Uyar, İlhan Berk gibi var oluşçu felsefenin çeşitli etkilerini gösteren isimler çeşitli edebî eserleriyle yer alırlar. Dergi ilk sayılarında 1950’li yılların önemli tartışma konularından olan “Toplumcu-Gerçekçi” edebiyata karşı bireyi öne çıkaran bir edebiyat anlayışını önerir. Bireyi anlatan yazarın da gerçekçi olduğu görüşünden hareket eden bu düşünceyi başta Demir Özlü ve Erdal Öz olmak üzere diğer dergi yazarları da savunur. 1950’li yılların önemli bir başka dergisi olan Yeditepe ve yazarları da var oluşçuluğa ve buna bağlı konulara genişçe yer verirler. Yücel, Pazar Postası, Yeni Ufuklar, Yelken, Yordam gibi dergilerde Sartre, Kierkegaard, Camus, Jaspers gibi var oluşçuların üzerine yazılar yayımlanır. Süreli yayınlarda yıllarca süren tartışmalarla birlikte bu akımla ilgili ciddi kitaplar da bu yıllarda Türkçeye çevrilir. Bu çeviri faaliyetinin 1950’den sonra birden artması ve özellikle de 1960–70 arasında akımın hemen hemen bütün temel kitaplarının çevrilmiş olması oldukça dikkat çekicidir. Sonuç olarak 1950’lerden başlayarak Türk edebiyatında etkili olan var oluşçuluğun, pek çok yeni tema ve kavramın (var oluş, bireyleşme, ölüm, intihar, yabancılaşma, başkaldırı, toplumdan kopukluk vb.) edebî metinlere girmesine kapı araladığı söylenebilir. Bundan daha önemlisi de söz konusu temaları işleyen yazarların yeni durum ve olguları “yeni anlatım biçimleri”yle sunma çabası içinde olmasıdır. Dolayısıyla değişen yalnız konular değil, ele alınan birey ile bu bireyi dile getiren anlatım dili ve bakış açısıdır. O yıllarda edebî metinlerin içeriğinde ve anlatım özelliklerinde yaşanan bütün bu de isimler Türk edebiyatının tarihî akışı içinde önemli bir dönüm noktası olmuştur.
                   
                Var oluş felsefesinin genel özelliklerinden biri toplumsal, siyasal ve bilimsel gelişmeler ve bu gelişmelerin getirdiği bazı olumsuz durumlar sayesinde (sosyal değişimler, savaşlar despotizm vs.) insan var oluşunun tehlikeye girdiği ve insanın özsel var oluşunu bu tehlikeden kurtarmak gerektiği düşüncesidir. Yani artık eski metafizikte olduğu gibi “varlık ve onun en genel ilkesi nedir” sorusu yerini “insan ve onun özsel var oluşunun anlamı nedir” sorusuna bırakmıştır. Bu soruyu insana sorduran ve onu derin kaybolma uykusundan uyandıran bazı temel kavramlar vardır. Bu temel kavram ve belirlenim mesela Heidegger için “korku” kavramıyken; Jaspers için bizi temelden sarsan ve aynı zamanda bizde felsefe yapma arzusu da uyaran bu kavram sınır durumları kavramıdır. Modern psikolojinin temelinde harcı bulunan, insan üzerine yazılabilecek her şeyi yazdığı iddia edilen, okudukça bu iddianın doğruluğuna inanılan bir yazardır Dostoyevski... Kitaplarında asıl etki nihilizme aittir. Fakat yazarın 1864'de yazdığı Yeraltından Notlar, var oluşçuluğun edebiyattaki ilk yansıması olarak kabul edilebilir. ''Var oluşçuluk'' denilince ilk akla gelen Sartre gibi Dostoyevski'de de yaşamdan tiksinme, bulantı vardır. Eserlerinin dünyası karanlıktır ve kısır döngü içindeki insanlar vardır. Onun için var olmak özden önce gelen bir hakikattir. Dostoyevski'nin çağdaşı sosyalist aydınları hicvettiği bu kısa romanın aldığı tepkiler estetik değil, politik nedenlere dayalıdır. Turgenyev'le Dostoyevski arasındaki gerilim hem romana hem de tartışmalara yansımıştır. Oysa, "Yer Altından Notlar", çaresiz insanın hayat karşısında tutunamamasının, ruhsal olarak yaralanmasının, var oluşunu dünyaya haykırmak isterken giderek kabuğuna çekilmesinin hikâyesidir. Yazar'ın daha sonra işleyeceği birçok felsefi ve ahlaki problem, bu romanla başlamış olmasıdır. .

                     Yazar düşünce sanat deneyimini çalışmalarıyla sürekli arttırmıştır. Tanrı'dan - bir ıstırap Tanrı'sından - , tanrıtanımazlıktan, kötülükten, özgürlükten söz eden roman kişileri, gerçekte aynı bilincin değişik anları gibidir. Bu kişiler aracılığıyla Dostoyevski cinlerini ruhundan uzaklaştırır. Bakış açısı değişmekle birlikte, yapıtları mutlakın aynı coşkulu ve acı veren arayışı içindedir. Bence eğer, bugün insan anlayışımızda, kendi kokumuz, pisliğimiz, yenilgilerimiz ve acılarımızı sahiplenip sevebilmek ve aşağılanmanın zevklerinde bir mantık
olduğunu kabul etmek varsa bu görüşün başlangıcı olabilecek nitelikte bir eserdir “Yeraltından Notlar”. Bir yandan Rusya'da işlerin Batılılaşma ile yürütülebileceğini bilmesi, öte yandan da Batılılaşmacı, materyalist Rus aydınlarına duyduğu öfke, ya da Dostoyevski'nin bilgisi ile öfkesi arasındaki gerginlik “Yeraltından Notlar” 'ın tuhaflığı, değişikliği ve özgünlüğünü ortaya çıkarıyor gibi...

                Eserlerinde gerçek ve kurgu arasındaki sınırı alaşağı eden yazar, kimilerinin fantastik olarak tanımladığı sunum biçimlerinin, onun için gerçeğin özünü ifade ettiğini savunuyor. Neo-klasikçi olarak kabul edilen yazar, bilime yönelik düşünceleriyle de romantizm akımından etkilenmiştir ("Ayrıca tıbba saygı duyacak kadar boş inançlarım var") Var oluşçuluğun ilk izlerini taşıdığı düşünülen romanlarında gerilim, cinayet, korku, kendi deyişiyle 'dehşet' vardı. Bu, 'anarşist' bir yapısı olan yazarın neden hiçbir ideolojiyi savunmadığını da bence açıklıyor. Ona göre her türlü fanatizm, en derinlerde yalnızlık ve sevgisizlikten beslenirdi. Tasvirlerden ve abartılı betimlemelerden, kurgusu alelen ve matematiksel olarak ortada anlatım biçimlerinden nefret ederdi. O, insan ruhunu, şeytan ve Tanrı'nın savaştığı bir alan olarak görüyordu. Zıt duyguların aynı insanda bulunabileceğine inanırdı. İnsanın, umudunu yitirip amaçsız kaldığında çektiği can sıkıntısı bile, yazara göre, insanı bir hayvana çevirebilirdi. Dostoyevski'nin portresi itibariyle insanda beliren ürkütücü gizem duygusu, yazarın ruh hali ve her çağ için geçerliliğini koruyan klasik romanlarındaki buluş ve dokunuşlarıyla bütünlük kazanıyordu. Onun, bütün hayatı ve eserleri boyunca da Tanrı inancı ve bunun sorgulanmasının üzerine gittiği görülmüştür. Dostoyevski'nin giderek rasyonelleşen, metalaşan, ahlaki kaygılardan uzaklaşan bir toplumda yaşamaktan dolayı -daha o yıllarda- attığı çığlığın sesini duymak ve buna eşlik etmek, bu çığlığı niye attığımızı bilmek hepimizin faydasına olmuştur ve olacaktır

KAYNAKÇA

BARRETT, William (2003), Rasyonel İnsan/Var oluşçuluk Üzerine Bir
İnceleme (Çev.: Salih Özer), Ankara: Hece Yayınları.

EDGÜ, Ferit (1976), “Bazı yazarlarımızda izleri görülse de, Türk edebiyatında var oluşçuluktan söz etmek güçtür”, Milliyet Sanat, (Var oluşçuluk Sayısı) sayı: 202,
22 Ekim 1976, s. 10- 29.

GRİGORİEFF, Dimitiy Felix (1959), “Pasternak And Dostoyevsky”, SEEJ, 17, pp. 335–342.
İLH AN, Attilâ (1954), “Sahte Bir Peygamber/J. P. Sartre”, Mavi, sayı: 23, s.25- 27.
HALUK, Erdem (2001), “K. Jaspers’in Felsefesinde İnsanın Var oluşunu Gerçekleştirmesi Olarak İletişim”, Felsefe Dünyası, sayı:35, s.152-159.


ÂŞIK VEYSEL’İ ANMAK

ÂŞIK VEYSEL’İ ANMAK


Âşık Veysel araştırmaları bu soruların yanıtını bulmadan Âşık Veysel gerçeğini bulmada yada gerçek bir ozan değerlendirmesi yapmada eksik bırakır, yanlış yapılır. Bu sorular Veysel’i doğru algılamamızı sağlayacaktır. Âşık Veysel 1894 yılında Sivas’ın hiç bilinmeyen, dünyadan kopuk bir köyünde doğmuştur. Bu yıllarda bütün Osmanlı ülkesinde olduğu gibi her yerde açlık ve kıtlık vardı.

 Sivrialan köyü de bunlardan daha da iyi değildi. Köyün üretimi çok düşüktü. Üretim yapacak erkeklerin büyük bir çoğunluğu Yemen ve diğer Arap çöllerinde savaşta ölmüştü. Kalanların bir kısmı askerdi. Veysel’in gençlik yılları yalnızlık ve kadınlarla geçiyordu. Köye arada bir yaşlı halk ozanları, ocakzade dedeler ve Bektaşi babaları uğruyordu. Veysel yaşamının en mutlu anlarıydı bu zamanlar.Veysel’i mutsuz eden etmenlerin başında gözlerinin görmemesi değil, yaşıtlarının asker olmasıydı. O’nu en çok seferberlik yılları etkilemişti.

İleriki aşamalarda yazdığını vatan ve yurt sevgisi şiirleri bu düşünce ve duyguların dışa vurumu olacaktı. Her şeyden evvel Veysel ümmi değildi. Veysel el ve gözleriyle değil. Gönlüyle okuyup yazıyordu. Etkileşimi ise yörenin büyük ozanları ve arkadaş ilişkileriydi. Kimdir bunlar? Bir önceki kuşaktan; Ağahi, Kemter, Serdari, Aşık Veli, Talibi…

Veysel 1931 Sivas Âşıklar Bayramına kadar bu özetlenen kişiler ve çevrenin etkisindedir. Veysel’i var eden koşullar geçmişidir, ilişkileri ve çevresidir. Sonrası bu birikimler üzerinden yürümüştür. Bu temel olmasa, Veysel de olamazdı kuşkusuz.


Ağlayı ağlayı vardım pınara
Kirli yağlığımı yuvermediler
Herkes destini doldurdu çıktı
Bana da bir damla su vermediler

Elimde bir kadeh vardım kurnaya
Hücum eylediler bana vurmaya
Elimdeki kadehimi kırmaya
Tutular bir kaçı koyvermediler

Al bu kadehini kaldır dediler
Gözünün yaşiyle doldur dediler
Bir fincan su verdik bıldır dediler
Sanki ya verdiler ya vermediler 

Prof. Dr. Beyhan ASMA.

ÂŞIK VEYSEL’İN DİZELERİ –“DOSTLAR BENİ HATIRLASIN”

ÂŞIK VEYSEL’İN DİZELERİ –“DOSTLAR BENİ HATIRLASIN”

İnsanın evreni ve kendini anlama, keşfetme çabası, var olduğu günden beri süregelmiştir. İnsan sonsuz evren içinde gerçeği anlamaya çalışırken çeşitli sorular sorar. Bilinmezliğe doğru atılan her adım bir başkasını doğurur ve bu durum daha da karmaşıklaşır. İnsan bunu yaparken aynı zamanda bilinmezliğin boyutunu, kendi çaresizliğini, evrende ki hiçliğini fark ettiğinde tutunabilmek için ilahi bir güce yönelir.Yaradanla bütünleşmek ister, tam bir teslimiyetle görünüşün ardındaki asıl manayı anlamaya çalışır. İnsana dair her türlü konuyu ele alan türküler de bundan kendine düşen payı alır, şüphesiz, işte onlardan bir tanesi Aşık Veysel ve şiirleridir…türküleridir. Halk müziğimizde çok önemli yer tutan deyişler Âşık Veysel’in inancını ve felsefesini yansıtan önemli şiirleri, türküleridir. Şiirleri, türküleri özellikle Allah, vatan ve insan sevgisini anlatan coşkulu satırlardır. Deyişler daha çok geçmişi ve bazı tarihsel olayları analiz eder. Belli bir ölçü formunda söylenen deyişlerin yanı sıra serbest söylenenler de vardır. Kendi inancında deyişler kutsal bir anlam ifade eder. Hayatındaki en önemli eşyası ise bağlamasıdır.

Çoğu şiirlerinde geçen “ edep, erkân, yol ” ifadesi insanların ırk, dil, din, cins ayırımını hiç bir koşulda yapmadan, düşünmeden, inancını ve kültürünü olduğunu gibi yaşamına yansıtarak hakikate erme yoludur. ‘Sevgiyi’ ibadetten sayan, hoşgörü ve paylaşımı aynı zamanda inancının gereği olarak kabullenmesidir. Şiir satırlarında;  genel anlamda asıl gerçekliğin, “insan” olabilmek ve her türlü kinden, nefretten arınarak, bizi kendi özümüzden uzaklaştıran tüm bencillikleri yok sayarak kâmil insan olmak, olduğu vurgulanır. İşte bu şekilde hakikatin sırrına erişilebileceği, Hakk’a ulaşılabileceği salık verilir.



Dostlar Beni Hatırlasın
Ben giderim adım kalır
Dostlar beni hatırlasın
Düğün olur bayram gelir
Dostlar beni hatırlasın
Can kafeste durmaz uçar
Dünya bir han konan göçer
Ay dolanır yıllar geçer
Dostlar beni hatırlasın
Can bedenden ayrılacak
Tütmez baca yanmaz ocak
Selâm olsun kucak kucak
Dostlar beni hatırlasın
Ne gelsemdi ne giderdim
Günden güne arttı derdim
Garip kalır yerim yurdum
Dostlar beni hatırlasın
Açar solar türlü çiçek
Kimler gülmüş kim gülecek
Murad yalan ölüm gerçek
Dostlar beni hatırlasın
Gün ikindi akşam olur
Gör ki başa neler gelir
Veysel gider adı kalır
Dostlar beni hatırlasın

Prof. Dr. Beyhan ASMA

ÂŞIK VEYSEL VE AŞK ÜZERİNE

ÂŞIK VEYSEL VE AŞK ÜZERİNE


Üç harften oluşan, kısacık bir sözcük dilimizde... Bu denli kısa olup da, söylendiğinde, okunduğunda ya da duyulduğunda insanın dikkatini çeken, içinde bir şeyleri kıpırdatan... Bu denli kısa olup da, uğrunda ölünen, öldürülen, kişiyi yemeden içmeden kesen ya da deli olunan bir durumu anlatan kaç sözcük vardır ki... Eğer aşk, salt bir sözcük olsaydı; yaşanan bir gerçekliğe delalet etmeseydi, bu kadar bizi ilgilendiren ve etkili bir kavram olabilir miydi ki...Aşk her toplumda vardır ama yaşanış renkleri farklıdır. Bunların renklerini birbirinden ayıran ise, bireylerin içerisinde yaşadığı toplumsal, kültürel koşullar, bireylerin yetişme tarzları ve çocukluk yaşantıları, kişilik özellikleri, değerleri ve tercihleridir. Edebiyat ve güncel anlamda, aşkın yüzlerce, binlerce tanımı yapılmıştır ve gelecekte de yenileri eklenecektir bunlara. Keza yine aşkı konu alan binlerle ifade edilecek şiirler, öyküler, romanlar yazılmış; oyunlar sahnelenmiş, türküler yakılmış, şarkılar söylenmiştir. Ressamlar, ellerinde fırçaları ve paletlerindeki renklerle, tuvale aksettirmeye yeltenmişlerdir onu.
Aşık Veysel’in aşk’ı bir varlık olarak ele alıp, “aşk nedir” sorusunu yanıtlamaya, onun niteliğini ortaya koymaya ve belirlemeye girişmiş türkülerinde. Bunlardan bazıları makaleler halinde yazılmış, bazıları daha kapsamlı çalışmalar haline dönüştürülmüştür. İster bilimsel, ister sanatsal, isterse felsefi anlamda ele alınsın, aşkı bir varlık, bir olgu olarak gören ve belirlemeye yönelen her girişimin, her çalışmanın temelinde, buna girişen bireyin, Âşık Veysel gibi, kendi öznel, deneyimleri ya da deneyimsizlikleri; anlamlandırmaları, yanılsamaları, hayalleri; içerisinde yaşadığı koşullardaki tercihlerini hem kendisi hem de diğerleri nezdinde meşrulaştırma çabaları vardır. Bu çaba, kendilerinin, yani öznelliklerinin paranteze alındığı, hatta sanki hiç yokmuş gibi algılanmasına olanak veren genelleşen belirleme ve önermelerde bulur ifadesini... Yapılan tanımlarda daha da belirgindir bu özellik... Bundan dolayı yapılan her genelleme öznelliği aşma yada gizleme çabasıdır Aşık Veysel’in türkülerinde. Çünkü bilinmesini, sorgulanmasını, alenileşmesini istemez kendi yaşantısının...



Güzelliğin on par'etmez
Bu bendeki aşk olmasa
Eğlenecek yer bulaman
Gönlümdeki köşk olmasa

Tabirin sığmaz kaleme
Derdin dermandır yareme
İsmin yayılmaz aleme
Aşıklarda meşk olmasa

Kim okurdu kim yazardı
Bu düğümü kim çözerdi
Koyun kurt ile gezerdi
Fikir başka başk'olmasa

Güzel yüzün görülmezdi
Bu aşk bende dirilmezdi
Güle kıymet verilmezdi
Aşık ve maşuk olmasa

Senden aldım bu feryadı
Bu imiş dünyanın tadı
Anılmazdı VEYSEL adı
O sana aşık olmasa.

Prof. Dr. Beyhan ASMA

ASTRONOMİK SAAT

ASTRONOMİK SAAT, PRAG-ÇEK CUMHURİYETİ
Eğer saat başına yakın bir zamanda bu meydana gitmişseniz saat kulesini bulmak için kalabalığın toplandığı köşeye bakmanız yeterli olacaktır. Saat kulesinde bulunan iki pencereden her saat başı 12 havarinin yaklaşık 20 sn süren geçişini izlemek için bekleyen bu kalabalığa katılarak turunuza devam edebilirsiniz. Peki nedir bu saatin hikayesi derseniz;
15.yy sonlarında Charles Üniversitesi’nde prof olan Hunuş Usta(Jan Růže) ve asistanı Jakub Čech, Kutna Hora'daki Kemikli Kilise’deki gibi insanlara bir mesaj vermek için yapmıştır. “Herkes bir gün geldiği yere geri dönecek yani elbet bir gün toprakla özleşip ölecek!” 
Saati yapınca dünyanın en önemli adamı haline gelir. Avrupa’nın her yerinden insanlar Prag’a sadece saati görmeye gelir. Adı Kraldan daha fazla duyulmaya başlar. Zamanla Hunuş Usta’ya başka ülkelerden teklifler gelsede o bunları reddeder. Bu Kral’ın kulağına kadar gider, Hunuş Usta’nın saati başka bir yere de yapmasını önlemek için gözlerine mil çektirir. Kör olan Hunuş Usta da saati bozarak, intikamını alır. Saati 50 yıl kadar çalıştıramazlar, daha sonra başka bir saat ustası onarır. 
Hunuş Usta’nın saati, Güneş’in, Dünya’nın ve Ay’ın konumlarını gösteren astronomik bir saattir. Dış tarafındaki rakamlar İbranice’dir. Bu Babil saatini göstermektedir. Hunuş Usta, saati bir paraleli Yahudi mahallesi olan Eski Şehir Meydanı’na yapmıştır. Yahudilerin nüfusunun fazla olduğu bir bölgede onları ezmemiş, bir jest yapmış ve Babil saatini de kendi saatine eklemiştir.
İlk olarak 1410 da yapılmasının ardından birçok değişim geçirmiştir 1490 da gotik heykeller eklenmiş 1552 de Jan Taborský tarafından onarılmış bu tarihten sonra da birçok kez bozulmuş ve tamir görmüştür(tamir görmediği sanılsa da) 1865–66 yıllarında 12 Havari heykeli eklenmiş, 7–8 Mayıs 1945 de Alman’lara direniş sırasında büyük tahribe uğramış 1948 de restore edilerek(yan kısmı belediye binası hala yıkık biçimdedir) tekrar çalışır hale gelmiştir. 
Saat burçlar, güneşin doğuş batışı, günleri(Alttaki kısım on iki resimle ifade ediyor 1870 de eklenmiş) vs. göstermesi nedeniyle eşsiz bir saattir. 17. yy da eklenen heykeller (kuklalar)dönemin korkularını ifade ediyormuş.


En solda elinde ayna olan kibiri yanındaki elinde bir torba altın tutan Yahudi cimrilik ve açgözlülüğü sağ taraftaki ikisinden iskelet ise ölümü sonuncusu ise bazılarına göre imansız bir Türk’ü bazılarına göre korkulan Türk akınını veya zevk ve sefayı temsil ediyor. Alt kısımda ise yapılması gereken güzellikleri temsilen dört heykel koyulmuş; bunlar da, bilime, adalete, astronomiye ve eğitime önem verme konusunda bizleri uyarır.

Prof. Dr. Beyhan ASMA

ANTON ÇEHOV VE ÇOCUK

ANTON ÇEHOV VE ÇOCUK





Çehov'un hikâyelerinde çocuklar oldukça geniş yer tutar, tıpkı bir renk cümbüşü gibi gider gelir bu farklı kişilikteki çocuklar. Çehov, onlara karşı son derece kaygılı ve şefkatlidir. Annesinden aldığı aile eğitimi bunun bir ispatıdır adeta.  Onun hikâyelerinde mutlu, coşkulu çocuklar çok azdır. Belki de bu mutsuz, kederli çocuklar onun anlatıp ta ifade edemediği kendi çocukluk dönemidir. Tıpkı kendi çocukluğu gibi hüzünlü, incinmiş çocuklar vardır. Nedense anlatmak istemediği ama hep anlatmak zorunda kaldığı zavallı biricik çocuklardır. Çehov'un oyunlarında ve hikâyelerinde dikkat çeken bir husus çocukların daima coşkulu, dinamik, dürüst, uyumlu olurken, yaşlı aristokrat kökenli yetişkin karakterlerin de uyumsuz, çekilmez tipler olması farklı bir tezat oluşturur. Bu da Çehov'un Çarlık Rusyası'na olumsuz bakış açısının bir gösterisidir. Onun anlatmaya ve anlamaya çalıştığı çocuksa geleceği aydınlatan bir umuttur. Çehov, hep kısa, sade, basit ama derin yazmıştır. Şehrin, kasabanın, köyün doğa koşullarını ve bu koşullar içindeki küçük insanın durgun, saf kaderinin hikâyelerini. Yaramaz Çocuk, Bozkır, Besleme ve Doktor Çehov’dan Öykülerde bir çocuğun yaralı ruhunu bulursunuz. Çocuklara olan özel duyarlılık ve sevgi hikâyelerine ince ince sinmiştir. Çehov’un çocuk hikâyeleri tıpkı çocuk gibi saftır. Ama bu doğallık içinde her biri okuyucuyu başka yollara sürükleyip derinleşerek akar. Çehov, usta gözlemleriyle yazım olarak hikâyelerden olağanüstü zengin çocuk görüntüleri çıkarırken, yazım sanatında adeta çocuk tadındır. Rüzgârın önünde sürüklenen eşyalar, dolunayın ekinlere düşerken yarattığı senfoni ve çocuğun kulağımıza gelebilecek tüm sesleri bu hikâyelerin içindedir. İşte toprak, işte dere ve işte çocuk! Çocuklardan oluşan büyük bir insan topluluğu. Doğum, ölüm, yaşam, kadın, erkek ve çocuk üzerine derin duygulu tatlar bırakan göndermeler ve taşlamalarla Çehov. Hikâyelerinin tüm satırlarını tıpkı bir telkari işçisi gibi işler. Bakmamız, görmemiz gereken ve duymamız için güçlü bir davet sunar. Onun için çocuk, hayatın bütün gerçekliğiyle beraber günlük hayatın basit bir fon müziği olarak kalması arasındaki çelişkisidir.
“ İşte ölü adam otopsi masasında kesilip biçiliyor. Tüm organları alınıyor ama yanı başımızda duran bir okul bahçesinde çocuklar neşeyle bağrışarak top oynuyor. Ölen adamın karısı torbasında ölü kocasının giysileriyle uzun dar bir yolda bitkin halde yürüyüp gidiyor. Kadının peşindeki küçük körpe çocuk ise geri dönüp yola düşen topa şöyle bir vurup tekrar oynamaya devam ediyor.”
(Doktor Çehov’dan Öyküler, 1868 )
O’an satırlar arasında Çehov’un ruhu küçük çocuğun ruhunda dolaşıyor. Ama karanlık gecenin durgun ışığı ara ara aydınlanan sahnelerde sık sık görünüp kayboluyor. Tıpkı hiçbir seçim yapmadan eline rasgele boya alıp sürer gibi. Boyalar arasında hiçbir münasebet yok gibi. Ama geri çekilip baktığınızda şaşırtıcı, büyüleyici bir çocuk tablosu gözünüze parlaklığıyla çarpıyor. “Çocuklar neşedir, hayattır. Hayatın manasıdır. Bahtiyarlığın ölçüsüdür. Yaşayacak memleketlerin sokakları çocuk doludur” diye eserlerinde hissettiren Çehov’un üslûbunda işlenmiş bir zarafete eşlik eden çocuk, berrak bir saflık kokar. Konularını günlük hayatın içinden alan Çehov, bazen söylemek istediklerini çocuklar aracılığıyla dile getirir. Onu ev ve aileyle ilgili kaybedilen güzellik ve kıymetlerin hüznünü, çocuk kahramanın dilinden ifade ederken daha iyi anlarız. Anton Çehov’da çocuk kavramı; ailenin bir parçası olarak, ebeveynini kaybeden veya terk edilen çocuklar, çocuk yetiştirme, çocukluk ve çocukluğa özlem, iyi örnek oluşturacak davranışlar, eski-yeni karşılaştırması ekseninde ele alınır. Hikâyelerinde küçük bir çocuğun bakış açısıyla mutlu-hüzünlü çocukluk günlerinden esintiler görülür. Hikâyelerde konuşulan dil, ülke, devir ne olursa olsun çocuk her yerde aynı çocuk anlatılmaya çalışılan çocuk hep aynı çocuktur aslında. Yüce önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün çocuklara armağan ettiği 23 Nisan kutlu olsun. Bütün dünya çocuklarını kucaklıyor sevgilerimi gönderiyorum.,

Prof. Dr. Beyhan ASMA