Prof. Dr. Beyhan ASMA
Var oluşçuluk, esas olarak 17. yüzyıldan beri var olmakla birlikte, gerçek ününü ve daha çok da popülaritesini Sartre ile birlikte kazanmıştır. 20.yüzyılda, Martin Heidegger gibi kendine özgü ve yetkin varoluşçu filozoflar sözkonusu olmakla birlikte, bir felsefe olarak var oluşçuluk asıl etkisini Albert Camus ve özellikle de Sartre ile birlikte göstermiştir. Sartre, var oluşçu felsefenin hem felsefi hem de siyasal alandaki taşıyıcısı, uygulayıcısı olmakla bir entelektüel ve filozof olarak ayrı bir yer edinmiştir.
Var oluşçuluğun, geriye doğr
u gidildiğinde Blaise Pascal'a kadar uzayan bir geçmişe sahip olduğu görülür; bu belli bir şekilde anlaşılan var oluşçuluk anlamında bir felsefe eğilimidir elbette, yoksa var oluşçuluğun tartışmalarının bir kısmını, nüve halinde ya da perspektif düzleminde de olsa çok daha öncelerde, örneğin Sokrates felsefesinde, kutsal metinlerde vb, de bulunmaktadır. Ama bir felsefe eğilimi olarak Var oluşçuluğu Pascal ile birlikte ele alıp değerlendirmek yaygın bir tutumdur felsefe tarihi incelemelerinde.
Daha sonralari, Soren Kierkegaard tam olarak belli bir şekil verir varolusculugun anlaşılmasında. Buna göre dünyadaki insanin varoluşu bir problematiktir ve felsefenin soruşturulması bunun üzerine yürütülmelidir. ise, modern var oluşçuluğun kurucusu olarak kabul edilir. Var oluşculuk öyleki hem edebiyat alanında hem de felsefe alanında etkili olmuş ve çeşitli şekillerde temsilcilerini bulmuştur. Friedrich Nietzsche, Martin Heidegger, Albert Camus, Dostoyevski var oluşçuluk dendiğinde akla gelen ve modern var oluşçuluğun temsilcileri olarak incelenen isimlerdir.
Sartre'ın, var oluşçuluğunda ilk olarak görülen, insanın önceden-tanımlanmamış bir varlık olarak ele alınmasıdır. İnsan kendi yaşamını, ya da tanımını kendi kararlarıyla verecektir. İnsanın içinde bulunduğu koşullar içinde yaptığı tercihleri onun kim olacağını ve ne olacağını belirler. Bu, "var oluş özden önce gelir" sözünün anlamıdır. İnsan önceden-zaten-belirlenmiş bir öze sahip değildir, daha çok o özünü kendi eyleyişleriyle gerçekleştirecek, yani var oluşunu şekillendirerek özünü ortaya koyacaktır. Kahraman ya da gereksiz biri olmak, insanın kendi yaptıklarıyla ilgili bir sonuçtur. Bu anlamda var oluşçu felsefede insanın etik bir varlık olarak şekillendirildiği, ama bununda siyasalı yadsımayan bir etik olduğu görülür. İnsan belirli bir bütünlüğün içine doğmuştur, burada belirli bağımlılıkları vardır ve bu bağımlılıklar içinde bazı kararlar vermek zorundadır yaşamı boyunca. İşte bu kararlar insanın var oluşunun gerçekleştirilmesidir. Bu anlamda Sartre var oluşçuluğu genelde sanıldığının aksine ve var oluşçu edebi metinlerde görülen karamsarlığa rağmen iyimser bir felsefe olarak değerlendirir. Özgürlük ve bağımlılık arasında tuhaf bir ilişki kurulur bu felsefede, öyle ki, insan kendi özgürlüğüne de mahkûm edilmiştir, denilir. Kendi kararlarıyla ve tercihleriyle özgürlüğünü gerçekleştirmek zorundadır.
Öte yandan var
oluşçuluk belirtildiği gibi iyimser bir felsefedir ve özünde hümanisttir.
Hümanizm Sartre'ın felsefesinde önemli bir yöndür. 20.yüzyılın ikinci yarısı
özellikle Hümanizmin kuramsala ve felsefi olarak reddedilmesi ve eleştirilmesi
olarak ortaya çıkmış olmasına ve bunların çoğunluğunun Fransa kaynaklı
olmalarına rağmen, Sartre ısrarla, özgül bir şekilde anladığı anlamda Hümanizmi
vurgular kendi felsefi konumunu ifade etmek için. Var oluşçuluk Hümanizmdir'der
Sartre ve bu şekilde bir metni vardır. Geniş uzanımlı olsun dar uzanımlı olsun,
biz bir felsefeyi ancak öncüleriyle ve yan yana yaşadığı felsefelerle
kavrayabiliriz. Ayrıca ona anlamını kazandıran toplumsal koşullan da göz ününde
bulundurmamız gerekir. Bir felsefe soyut ve yalıtık bir yapı olarak ele
alındığı zaman bir hikmetler toplamı olarak görünür, oysa bağlantıları içinde
ele alındığı zaman bir çağın duygularını ve düşüncelerini içeren etkin bir yapı
olarak görünür. Bir felsefeyi doğal konumu içinde, yani felsefe denilen o büyük
düşünce denizinin bir parçası olarak değerlendiremediğimiz zaman
açıklamalarımız havada kalır, tutarlı bir yoruma ulaşamayız. Bizde var oluşçuluk pek etkili olmadı. Ancak var
oluşçulukla ilgilenildi, var oluşçu felsefenin değilse de var oluşçu sanatın
başlıca yapıtları dilimize çevrildi. Var oluşçuluğun bizde pek önemli olmamış
olmasının başlıca nedeni, Batı Avrupa toplumuyla toplumumuz arasındaki yapı
ayrılığı olmalıdır. Var oluşçuluk felsefede derinlikli, çok zaman çetrefil,
zaman zaman ayrıntıda yiten bir öznelciliğe, gelişmiş bir var oluş araştırmasına,
sanatta insanın dünyayla ilişkilerinden doğan açmazlarına, bunalımlarına,
özgürleşme tutkularına karşılık olmaya çalışmakla, gelişmiş bir burjuva
kültürünün varlığını gerektiriyordu. Var oluşçuluğun sorunları bir yandan bizim
kültür düzeyimizi çok aşan, bir yandan da bizim toplumsal durumumuzla uyuşmayan
sorunlardır. Azgelişmiş ve yoğun bir kültür etkinliği ortaya koyamamış bir
toplumda insanın sorunları daha başka yollardan çözümlenmeliydi.
Gene de, var
oluşçuluk toplumumuzda belli bir ölçüde etkin olmuştur. Olacaktır. Çünkü her
toplum gibi bizim toplumumuzda da öznelci tutumun, öznelci bakış açısının bir
karşılığı vardır; özellikle çağdaş ruhbilimdeki gelişmeler - var oluşçuluk
elbette bu gelişmelerden büyük ölçüde yararlanmıştır - ister istemez bizde de
ilgi uyandırmaktadır. Artık her yerde insan öznel - nesnel, bireysel -
toplumsal bütünlüğü içinde ele alınmaktadır. Var oluşçuluk, insanın var oluşsal
sorunlarını öznellik düzeyinde tartışan çok yönlü, çok çeşitli bir dünya
görüşüdür. Bu dünya görüşü, felsefe düzeyinde, bir şeyler araştırması anlamı
taşır, insanın şeyler dünyasındaki yerini, sorunlarını saptamaya, bu sorunlara
çözüm getirmeye çalışır, sanat alanında da insanın var oluşsal sorunlarına
(bunaltı, seçim, ilişki, umutsuzluk, başarısızlık, ölüm, hiçlik, başkası,
yalnızlık, aşkınlık v.b.) açıklık getirmeye yönelir. Var oluşçu felsefe, bu tutumuyla,
bir yaşam felsefesi özelliği gösterir, dünya ve insan karşısındaki tutumuyla
klasik felsefenin tutumuna karşıt bir yönde yol alır: Klasik felsefe bir özler
araştırmasını amaçlıyordu, var oluşçu felsefe doğrudan doğruya var oluşsa,
insanın öznel bütünlüğüne yönelir ve özleri bu var oluştan giderek belirler. "Var oluş öz- den önce gelir"
ilkesi her var oluşçu filozofun başlıca ilkesi olmuştur. Var oluşçu felsefenin
bir öznellik araştırması olarak belirlenmesi. Onun bireyi kendi içine kapalı
bir yapı olarak belirlemesi sonucunu doğurmaz. Ben'in var oluşu, dünyanın ve
başka ben'lerin varlığını silmez. Ama her şey, ben'in kişisel var oluşu üzerine
temellendirilecektir.
Bugün yürürlükte
olan, etkinliğini sürdüren iki büyük felsefe var: Var oluşçuluk felsefesi ve
Marx'çılık. Bunlar birbirleriyle pek uyuşmaz görünseler de, bir bakıma
birbirleriyle doğrulanıyorlar, en azından birbirlerinden yararlanıyorlar. Çünkü
gerçek insan başarıları, yakınlıklarıyla ya da karşıtlıklarıyla birbirlerini
etkiler. Öte yandan, ortaklaşan insan, öznelliği olmayan insan değildir. Ancak,
ortaklaşmanın seçim işi olmaktan çıktığı, bir zorunluluk durumuna geldiği bir
dünyada Mark’çılık, öznelcilik çemberini aşmayan, aşmak istemeyen, aşamaz olan var
oluşçuluk karşısında da- ha tutarlı, daha doğru görünüyor. Çünkü
bireyselliğimizin yetkinliğini, ancak ve ancak, ortaklaşmamızın sağlamlığı,
yaygınlığı, adaletliliği sağlayacaktır. Tersine, kurulmakta olan bir
felsefedir, süre giden oluşumların, yeni dönüşümlerin, yepyeni yapıların
gereklerine göre, kendini yeniden doğrulamak durumunda olan, yani temellerini
yeniden gözden geçirmek ve bu temelleri daha akılsallaştırmak zorunda olan bir
felsefedir.
Var oluşçuluk da
gelişimini tamamlamış, kurulmuş, bitmiş bir felsefe değildir. Çünkü çağdaş
toplumun bunalımlı insanı yaşıyor. "Kurtulmuş insan" bir tasarıdır
ancak. Dünyayı sömürmüş, şişmiş, doymuş, ama doygunluğu ölçüsünde bunalımlara
düşmüş, sonunda kendi kendini yemeye başlamış, doygunluğunu bir bakıma kendi
zararına kullanmış bir büyük toplumun açmazlarım karşılayacak bir süre. Ayrıca
ve daha önemlisi, o kendini kendi içinde arayan, bu arayışa yerden göğe kadar
hakkı olan insanın gereklerini karşılamaya çalışıyor ne zamandır. Biz bu
bunaltıyı yaşamamış olabiliriz, bu bunaltıyı bir lüks olarak yaşamak istemiş,
ya da tümüyle yadsımış ola biliriz. Ama bunalan insanlar var, bunların
bunaltısı gerçektir. Avrupa insanının bunaltısı üzerine kurulmuş olan bir dünya
görüşü, dünyanın başka yerlerindeki insanlara, özellikle şu ya da bu nedenle
bunalan insanlara ne diye bir şeyler söylemesin.
Bazı felsefeler
bitmez, insan yaşamına ve felsefe tarihine etkin olarak katılır, onlar gerçek
dönüşümlerin bildirileridirler. Aristoteles. Descartes ' her zaman vardır, Marx
her zaman var olacaktır. Artık hiç bir temel sorunu onlara götürmeden
çözümleyemezsiniz. Geçmişi onlar kurmuşlardır, bugünü onlar oluştururlar,
yarını onlar doğrulayacaklardır. Bu anlamda var oluşçuluk da, genellikle
sanıldığının tersine, geldi geçti bir tutum, bir moda olmaktan öte bir anlam
taşıyor. O, belki de, insanın giderek artan ve karmaşıklaşan öznelliğini (öyle
ya, geri zekâlılık diye bir durum olduğunu bile daha yeni öğrendik) bütün
boyutlarıyla keşfedişini, Amerika'yı keşfedercesine keşfedişini karşılıyor.
Bugün var oluşçuluğun kaynaklarını felsefe tarihinin derinliklerinde aramamız
gerekiyor mu, bilmem. Ama o, bugün, birçok yönünü, birçok güçlülüğünü, birçok
açmazını bunaltısından giderek keşfetmiş, dünyadaki konukluğunun tam anlamında
bilincine varmış, başkalarıyla ilişki kurmakta eksik kalışının acısını çekmiş
insanın kendine dönüş çabasını, dışa açılabilmek için kendini bir kere kendi
içinde doğrulama çabasını karşılamaktadır. O, ruhsallığının etkinliğini bir bu
dünyalı olarak tüm olanaklarıyla görmüş ve yaşamış insanın kendini arayışını
karşılamaktadır.
Batı dünyasının kendine özgü atmosferi
ve sorunlarının bir sonucu olarak ortaya çıkan var oluşçuluk Türkiye’de
1940’larda tanınmaya başlar. Bu bakımdan ülkemizde Var oluşçulukla ilgili ilk
tartışma ve yazılar da 1940’larõn ilk yarısına denk düşer. Hilmi Ziya
Ülken’in var oluşçu felsefenin Türkiye’de tanınmasına yönelik olarak "İstanbul”
dergisinde yazdığı yazılar ve yayımladığı çeviriler, dönemi içinde sadece
adı yeni yeni duyulmaya başlayan akımın tanınmasına yardımcı olur. Var oluşçu
felsefenin Türk edebiyatında konuşulup tartışıldığı en önemli süreli yayınlardan
birisi “a” dergisidir. Dergide; Edip Cansever, Cemal Süreyya, Turgut Uyar, İlhan
Berk gibi var oluşçu felsefenin çeşitli etkilerini gösteren isimler çeşitli edebî
eserleriyle yer alırlar. Dergi ilk sayılarında 1950’li yılların önemli tartışma
konularından olan “Toplumcu-Gerçekçi” edebiyata karşı bireyi öne çıkaran bir
edebiyat anlayışını önerir. Bireyi anlatan yazarın da gerçekçi olduğu görüşünden
hareket eden bu düşünceyi başta Demir Özlü ve Erdal Öz olmak üzere diğer dergi yazarları
da savunur. 1950’li yılların önemli bir başka dergisi olan Yeditepe ve
yazarları da var oluşçuluğa ve buna bağlı konulara genişçe yer verirler. Yücel,
Pazar Postası, Yeni Ufuklar, Yelken, Yordam gibi dergilerde Sartre,
Kierkegaard, Camus, Jaspers gibi var oluşçuların üzerine yazılar yayımlanır.
Süreli yayınlarda yıllarca süren tartışmalarla birlikte bu akımla ilgili ciddi
kitaplar da bu yıllarda Türkçeye çevrilir. Bu çeviri faaliyetinin 1950’den
sonra birden artması ve özellikle de 1960–70 arasında akımın hemen hemen bütün
temel kitaplarının çevrilmiş olması oldukça dikkat çekicidir. Sonuç olarak
1950’lerden başlayarak Türk edebiyatında etkili olan var oluşçuluğun, pek çok
yeni tema ve kavramın (var oluş, bireyleşme, ölüm, intihar, yabancılaşma,
başkaldırı, toplumdan kopukluk vb.) edebî metinlere girmesine kapı araladığı
söylenebilir. Bundan daha önemlisi de söz konusu temaları işleyen yazarların
yeni durum ve olguları “yeni anlatım biçimleri”yle sunma çabası içinde
olmasıdır. Dolayısıyla değişen yalnız konular değil, ele alınan birey ile bu
bireyi dile getiren anlatım dili ve bakış açısıdır. O yıllarda edebî metinlerin
içeriğinde ve anlatım özelliklerinde yaşanan bütün bu de isimler Türk
edebiyatının tarihî akışı içinde önemli bir dönüm noktası olmuştur.
Var oluş felsefesinin genel
özelliklerinden biri toplumsal, siyasal ve bilimsel gelişmeler ve bu
gelişmelerin getirdiği bazı olumsuz durumlar sayesinde (sosyal değişimler, savaşlar
despotizm vs.) insan var oluşunun tehlikeye girdiği ve insanın özsel var
oluşunu bu tehlikeden kurtarmak gerektiği düşüncesidir. Yani artık eski
metafizikte olduğu gibi “varlık ve onun en genel ilkesi nedir” sorusu yerini
“insan ve onun özsel var oluşunun anlamı nedir” sorusuna bırakmıştır. Bu soruyu
insana sorduran ve onu derin kaybolma uykusundan uyandıran bazı temel kavramlar
vardır. Bu temel kavram ve belirlenim mesela Heidegger için “korku”
kavramıyken; Jaspers için bizi temelden sarsan ve aynı zamanda bizde felsefe
yapma arzusu da uyaran bu kavram sınır durumları kavramıdır. Modern psikolojinin temelinde harcı
bulunan, insan üzerine yazılabilecek her şeyi yazdığı iddia edilen, okudukça bu
iddianın doğruluğuna inanılan bir yazardır Dostoyevski... Kitaplarında asıl
etki nihilizme aittir. Fakat yazarın 1864'de yazdığı Yeraltından Notlar, var
oluşçuluğun edebiyattaki ilk yansıması olarak kabul edilebilir. ''Var
oluşçuluk'' denilince ilk akla gelen Sartre gibi
Dostoyevski'de de yaşamdan tiksinme, bulantı vardır. Eserlerinin dünyası
karanlıktır ve kısır döngü içindeki insanlar vardır. Onun için var olmak özden
önce gelen bir hakikattir. Dostoyevski'nin çağdaşı sosyalist aydınları
hicvettiği bu kısa romanın aldığı tepkiler estetik değil, politik nedenlere dayalıdır.
Turgenyev'le Dostoyevski arasındaki gerilim hem romana hem de tartışmalara
yansımıştır. Oysa, "Yer Altından Notlar", çaresiz insanın hayat
karşısında tutunamamasının, ruhsal olarak yaralanmasının, var oluşunu dünyaya
haykırmak isterken giderek kabuğuna çekilmesinin hikâyesidir. Yazar'ın daha
sonra işleyeceği birçok felsefi ve ahlaki problem, bu romanla başlamış
olmasıdır. .
Yazar düşünce sanat deneyimini çalışmalarıyla sürekli arttırmıştır. Tanrı'dan - bir ıstırap Tanrı'sından - , tanrıtanımazlıktan, kötülükten, özgürlükten söz eden roman kişileri, gerçekte aynı bilincin değişik anları gibidir. Bu kişiler aracılığıyla Dostoyevski cinlerini ruhundan uzaklaştırır. Bakış açısı değişmekle birlikte, yapıtları mutlakın aynı coşkulu ve acı veren arayışı içindedir. Bence eğer, bugün insan anlayışımızda, kendi kokumuz, pisliğimiz, yenilgilerimiz ve acılarımızı sahiplenip sevebilmek ve aşağılanmanın zevklerinde bir mantık
olduğunu kabul etmek varsa bu görüşün başlangıcı olabilecek nitelikte bir eserdir “Yeraltından Notlar”. Bir yandan Rusya'da işlerin Batılılaşma ile yürütülebileceğini bilmesi, öte yandan da Batılılaşmacı, materyalist Rus aydınlarına duyduğu öfke, ya da Dostoyevski'nin bilgisi ile öfkesi arasındaki gerginlik “Yeraltından Notlar” 'ın tuhaflığı, değişikliği ve özgünlüğünü ortaya çıkarıyor gibi...
Eserlerinde gerçek ve kurgu arasındaki sınırı alaşağı eden yazar, kimilerinin fantastik olarak tanımladığı sunum biçimlerinin, onun için gerçeğin özünü ifade ettiğini savunuyor. Neo-klasikçi olarak kabul edilen yazar, bilime yönelik düşünceleriyle de romantizm akımından etkilenmiştir ("Ayrıca tıbba saygı duyacak kadar boş inançlarım var") Var oluşçuluğun ilk izlerini taşıdığı düşünülen romanlarında gerilim, cinayet, korku, kendi deyişiyle 'dehşet' vardı. Bu, 'anarşist' bir yapısı olan yazarın neden hiçbir ideolojiyi savunmadığını da bence açıklıyor. Ona göre her türlü fanatizm, en derinlerde yalnızlık ve sevgisizlikten beslenirdi. Tasvirlerden ve abartılı betimlemelerden, kurgusu alelen ve matematiksel olarak ortada anlatım biçimlerinden nefret ederdi. O, insan ruhunu, şeytan ve Tanrı'nın savaştığı bir alan olarak görüyordu. Zıt duyguların aynı insanda bulunabileceğine inanırdı. İnsanın, umudunu yitirip amaçsız kaldığında çektiği can sıkıntısı bile, yazara göre, insanı bir hayvana çevirebilirdi. Dostoyevski'nin portresi itibariyle insanda beliren ürkütücü gizem duygusu, yazarın ruh hali ve her çağ için geçerliliğini koruyan klasik romanlarındaki buluş ve dokunuşlarıyla bütünlük kazanıyordu. Onun, bütün hayatı ve eserleri boyunca da Tanrı inancı ve bunun sorgulanmasının üzerine gittiği görülmüştür. Dostoyevski'nin giderek rasyonelleşen, metalaşan, ahlaki kaygılardan uzaklaşan bir toplumda yaşamaktan dolayı -daha o yıllarda- attığı çığlığın sesini duymak ve buna eşlik etmek, bu çığlığı niye attığımızı bilmek hepimizin faydasına olmuştur ve olacaktır
Yazar düşünce sanat deneyimini çalışmalarıyla sürekli arttırmıştır. Tanrı'dan - bir ıstırap Tanrı'sından - , tanrıtanımazlıktan, kötülükten, özgürlükten söz eden roman kişileri, gerçekte aynı bilincin değişik anları gibidir. Bu kişiler aracılığıyla Dostoyevski cinlerini ruhundan uzaklaştırır. Bakış açısı değişmekle birlikte, yapıtları mutlakın aynı coşkulu ve acı veren arayışı içindedir. Bence eğer, bugün insan anlayışımızda, kendi kokumuz, pisliğimiz, yenilgilerimiz ve acılarımızı sahiplenip sevebilmek ve aşağılanmanın zevklerinde bir mantık
olduğunu kabul etmek varsa bu görüşün başlangıcı olabilecek nitelikte bir eserdir “Yeraltından Notlar”. Bir yandan Rusya'da işlerin Batılılaşma ile yürütülebileceğini bilmesi, öte yandan da Batılılaşmacı, materyalist Rus aydınlarına duyduğu öfke, ya da Dostoyevski'nin bilgisi ile öfkesi arasındaki gerginlik “Yeraltından Notlar” 'ın tuhaflığı, değişikliği ve özgünlüğünü ortaya çıkarıyor gibi...
Eserlerinde gerçek ve kurgu arasındaki sınırı alaşağı eden yazar, kimilerinin fantastik olarak tanımladığı sunum biçimlerinin, onun için gerçeğin özünü ifade ettiğini savunuyor. Neo-klasikçi olarak kabul edilen yazar, bilime yönelik düşünceleriyle de romantizm akımından etkilenmiştir ("Ayrıca tıbba saygı duyacak kadar boş inançlarım var") Var oluşçuluğun ilk izlerini taşıdığı düşünülen romanlarında gerilim, cinayet, korku, kendi deyişiyle 'dehşet' vardı. Bu, 'anarşist' bir yapısı olan yazarın neden hiçbir ideolojiyi savunmadığını da bence açıklıyor. Ona göre her türlü fanatizm, en derinlerde yalnızlık ve sevgisizlikten beslenirdi. Tasvirlerden ve abartılı betimlemelerden, kurgusu alelen ve matematiksel olarak ortada anlatım biçimlerinden nefret ederdi. O, insan ruhunu, şeytan ve Tanrı'nın savaştığı bir alan olarak görüyordu. Zıt duyguların aynı insanda bulunabileceğine inanırdı. İnsanın, umudunu yitirip amaçsız kaldığında çektiği can sıkıntısı bile, yazara göre, insanı bir hayvana çevirebilirdi. Dostoyevski'nin portresi itibariyle insanda beliren ürkütücü gizem duygusu, yazarın ruh hali ve her çağ için geçerliliğini koruyan klasik romanlarındaki buluş ve dokunuşlarıyla bütünlük kazanıyordu. Onun, bütün hayatı ve eserleri boyunca da Tanrı inancı ve bunun sorgulanmasının üzerine gittiği görülmüştür. Dostoyevski'nin giderek rasyonelleşen, metalaşan, ahlaki kaygılardan uzaklaşan bir toplumda yaşamaktan dolayı -daha o yıllarda- attığı çığlığın sesini duymak ve buna eşlik etmek, bu çığlığı niye attığımızı bilmek hepimizin faydasına olmuştur ve olacaktır
KAYNAKÇA
BARRETT,
William (2003), Rasyonel İnsan/Var oluşçuluk Üzerine Bir
İnceleme
(Çev.: Salih Özer), Ankara: Hece Yayınları.
EDGÜ,
Ferit (1976), “Bazı yazarlarımızda izleri görülse de, Türk edebiyatında var oluşçuluktan
söz etmek güçtür”, Milliyet Sanat,
(Var oluşçuluk Sayısı) sayı: 202,
22
Ekim 1976, s. 10- 29.
GRİGORİEFF, Dimitiy Felix (1959), “Pasternak
And Dostoyevsky”, SEEJ, 17, pp. 335–342.
İLH
AN,
Attilâ (1954), “Sahte Bir Peygamber/J. P. Sartre”, Mavi,
sayı: 23, s.25- 27.
HALUK, Erdem (2001), “K. Jaspers’in
Felsefesinde İnsanın Var oluşunu Gerçekleştirmesi Olarak İletişim”, Felsefe
Dünyası, sayı:35, s.152-159.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder